Auschwitz’in Kızılordu tarafından kurtarıldığı tarih olan 27 Ocak’taki uluslararası anma günü, Türkiye’de ilk defa yarı [2014] resmî bir kabul gördü.[1] Kadir Has Üniversitesi’nde düzenlenen törene Dışişleri Bakan Yardımcısı Naci Koru katıldı; Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve AB’yle ilişkilerden sorumlu devlet bakanı Mevlüt Çavușoğlu açıklamalar yayımladılar. Gerek Șalom’da, gerekse İngilizce yayımlanan birçok gazete ve blogda bu tören hakkında çıkan haberlerin abartılı denebilecek kadar olumlu olması, şaşırtıcıdır. Zira politikacıların açıklamalarını okuduğunuzda, Türkiye’deki antisemitizmi (ve genel olarak ırkçılığı ve ayrımcılığı) bir kez daha inkâr etmek, Türkiye’nin gûya “Yahudileri kurtardığı” mitosunu terennüm etmek ve Ermeni jenosidini inkâr etmek üzere, anma gününü istismar ettiklerini görürsünüz.
Nitekim Mevlüt Çavușoğlu’nun açıklaması şöyledir:
Türkiye, Osmanlı döneminde 1492 yılında İspanya’dan sürülen Yahudilere kucak açtığı gibi, İkinci Dünya Savaşı sırasında da vatandaşı olan Yahudilerin toplama kamplarına gönderilmelerini engellemiş, başta bilim adamları olmak üzere, her kesimden Yahudiler için sığınılacak güvenli bir liman olmuştur.(…)
Bizim tarihimizde soykırım yoktur.(…)
Bizim medeniyetimizde farklı olana, aciz olana düşmanca yaklaşmak yoktur.(…) . Ancak, Avrupa’da yükselen aşırı sağ, yabancı düşmanlığı, İslamofobi ve anti-semitizm, ne yazık ki hala belli kesimlerin tarihin acı tecrübelerinden ders çıkaramadığını göstermektedir.[2]
AKP hükümeti çevrelerinin güttüğü antisemitizmi düşününce, bu açıklamaya pişkin demek hafif kaçar. Ne Ermeni jenosidinin inkârı Türkiye için yenidir, ne de antisemitizmin masumlaştırılması ve görelileştirilmesi. Buna tam da uluslararası Holocaust anma gününü vesile yapmak ise, korkunç bir şeydir.
Mamafih bu konuda “telif hakkı” Türkiye’ye ait değil. Epey zamandır, Holocaust’u ve nasyonal sosyalizmin 2. Dünya Savaşı’ndaki cinayetlerini anma etkinliği, özellikle Avrupa’da bir “hatırlama savaşı”nın muharebe sahasıdır,[3] kurbanlar arası rekabetle, tarihin yeniden yazım(lar)ıyla ve suçu tersine çevirmeyle (faille kurbanın yerini değiştirerek) yürütülen bir mücadeledir bu. Bu yazıda dile getirilecek olan tezler, bu karmaşık söylemlerin kapsamlı bir yorumu değil, ancak bir tartışmaya davet niteliğindedir.
Kızılordu 27 Ocak 1945’te Auschwitz’e geldi. Orada çoğu hasta olan ve SS’in kampı boşaltırken aç bîlaç geride bıraktığı yaklaşık 7.000 mahpusu kurtardı.[4] SS daha önceki günlerde yaklaşık 60.000 mahpusu Batı’ya doğru ölüm yürüyüşüne çıkartmıştı.
Kurtarıldığı esnada Auschwitz Kampı (Foto: Philip Vock, USHMM, ABD) |
“Auschwitz” adı Almanların gerçekleştirdiği Yahudi soykırımının sembolüne dönüştü. Holocaust’un 5, 6 milyonu aşan sayıda Yahudi kurbanının yaklaşık 1 milyonu, endüstriyel kıyımın merkezlerinden biri olan Auschwitz-Birkenau’da öldürülmüştü. Bunların büyük çoğunluğu, 900.000’den fazlası, buraya gelir gelmez gaz odalarında öldürüldü.
2005 Kasım’ında Birleşmiş Milletler kongresi 27 Ocak’ı uluslararası Holocaust Anma Günü ilan etti.
Holocaust, 20. Yüzyılın soykırımları arasında herhangi birisi değildi. Onun farkı, sadece kurban sayısının kıyas kabul etmez yüksekliğinden ve yok edişin endüstrileştirilmiş biçiminden de ibaret değildir. “Her türlü ihtilaf, husumet ve politik düşmanlığın tamamen ötesinde bir zulüm ve cinayet”tir burada söz konusu olan.[5] “Bütün diğer jenositler (…) yerel nitelikliydiler, yani jenosit belirli bir coğrafi bölgede vuku buluyordu. Holocaust vakasında ise Almanya dünyanın her yerindeki her bir Yahudi’yi hedef almıştı.” [6]
Anmada kay(dır)malar
Türkiyeli arkadaşlarım, Türk inkâr politikasını eleştirirken “iyi örnek” saydıkları Alman Anma Politikası’na atıfta bulunmayı seviyorlar. Ne var ki bu politikayı (başka etkenlerin yanı sıra) hayatta kalan Yahudilerin, anti-faşist ve demokratik aktivistler ve bilim insanlarının mücadelesine borçluyuz. Savaşından bitiminden sonraki ilk birkaç on yılda Nazi suçluların ve kitlesel cinayetlerin sorumlularının çoğu gönül rahatlığıyla ekonomi ve politikadaki mevkilerine dönmüşlerdi. Holocaust ve nasyonal sosyalizmin tüm cinayetleri, Federal Almanya’nın kamusal bilinci açısından bir mesele değildi; Soğuk Savaşın anti-komünist atmosferinde Almanların çoğu kendilerini Kızılordu’nun ve “yitirilen Doğu bölgelerinde” gerçekleşen sürgünün kurbanı olarak görüyordu.
Hayatta kalan Yahudiler anlayışızlık ve husumetle karşı karşıya kaldılar. Auschwitz’ten sağ olarak kurtulan tarihçi Joseph Wulf, çok sayıda kitap ve belge yayımlayarak Federal Alman kamuoyunu nasyonal sosyalizmin cinayetleri hakkında aydınlatmak için harcadığı çabalar karşılıksız kalınca, teslimiyete kapılarak 1974’te intihar etmişti. Oğluna bıraktığı veda mektubunda şöyle yazmıştı: “Alman Üçüncü Reich’ı üzerine 18 kitap yayımladım ve bunun hiçbir etkisi olmadı. Almanlara her şeyi geberesiye belgeleyip kanıtlayabilirsin, Bonn’da olabilecek en demokratik hükümet iş başında olabilir – ama kitlesel cinayetler işlemiş olanlar yine serbestçe gezer ortalıkta, müstakil evlerinde oturur çiçek yetiştirirler.”[7]
Yeni kurtarılmış Dachau Toplama Kampının dışında kırmızı beyaz bayraklarla yapılan bir kutlama için Mayıs 1945’te toplanmış eski tutsaklar (Foto: Albay Alexander Zabin, USHMM koleksiyonu ve USHMM izniyle) |
Uluslararası düzlemde de Holocaust savaş sonrasının ilk on yıllarında insanlığa karşı işlenmiş suçların en büyüğü olarak tanınmış ve kavranmış değildi. Bunun bir nedeni, Avrupalı Yahudilerin soykırımının, Almanlar tarafından işlenmiş büyük ölçekli suçlardan sadece birisi olmasıydı; özellikle Slav halkları arasında, Nazilerin ırkçı ideolojisi uyarınca yine öldürülmesi veya ‘tenzili’ gerekli görülmüş milyonlarca kurban vardı. Batı Avrupa devletlerinde de yüz binlerce insan zorunlu çalışma kamplarına sürülmüş, rehine tutularak öldürülmüş veya eziyete tabi tutulmuştu.[8] Nürnberg yargılamalarında da (toplamda 13 davada!) Yahudilere soykırımı konusu tali bir rol oynamıştı.[9]
Buna Soğuk Savaşın ideolojik cepheleşmesini eklemek gerek. Batı Avrupa devletlerindeki solcular ve muhalifler kendilerini anti-faşist direnişin geleneği içinde görüyorlardı. 1960’lı ve 70’li yıllarda “Yeni Sol” için de başlarda geçerliydi bu: (kahraman) anti-faşistlerle özdeşleşmek, Yahudi cinayetiyle hesaplaşmaktan daha cazipti (ve daha kolay). Uluslararası düzlemde, hayatta kalmış Yahudilerin cemaatleri dışında pek az insanın Holocaust’u bütün boyutlarıyla kavramaya amade olmasında psikolojik sebepler de muhtemelen rol oynuyordu: İnsan zihni, böylesine devasa ve tasavvur edilemeyecek ölçüdeki cinayetleri kavramayı, bir şekilde reddediyordu.
Holocaust’un boyutunun kavranması –uluslararası düzlemde de– ancak 1980’lerin sonlarında ve 1990’larda gerçekleşti. Artık Holocaust Batı dünyasında hem beşeri bilimlerde hem de genel olarak kültür, edebiyat, sanat ve sinemada, modernliğin merkezî negatif atıf noktası haline gelmiştir. Sadece bilimsel literatür, on binden fazla eseri kapsar. Birçok eski katliam mekânında anma merkezleri ve müzeler açıldı, cinayetlerin işlendiği yerlerin çok uzağında olan Güney Afrika, Arjantin, İspanya veya Japonya gibi devletler de, o ülkelerde Yahudiler yaşıyor olsa da olmasa da anma merkezleri kurdular.
Tarihsel algılamadaki ve anmadaki bu kay(dır)ma, diğer kurban gruplarının, örneğin Almanya’da 1933’ten sonra toplama kamplarına ilk kapatılanlar olan politik muhaliflerin veya öldürülen milyonlarca Polonyalı ve Rus’un neredeyse hafızalardan silinmesine yol açtı bu arada: Sadece Eylül 1941-Ocak 1944 arasında Alman ordusunun açlığa mahkum ederek şehir nüfusunu yok etmeyi hedeflediği Leningrad’da bir milyondan fazla insan hayatını kaybetmişti.[10]
Ayrıca, Holocaust’un sinema filmlerinin “arka planı” veya sahnesi olarak “her yerde hazır ve nazır olması”, banalleşmesine ve müzelik bir olaya dönüşmesine de yol açtı.
Kurban hiyerarşileri
Müzelik bir olaya dönüşmesine verilebilecek örneklerden biri, Yahudi kurbanların filmlerde ve romanlarda neredeyse her zaman tahsilli yüksek tabakanın Alman veya Avrupa kültürünü “zenginleştirmiş” mensupları olarak temsil edilmeleridir. (Onların katledilmesine üzülmenin ardında faydacı bir düşünce saklanır yani neticede). Gerçekteyse Orta ve Batı Avrupa devletlerinden tehcir edilen Yahudilerin çoğunluğu hiç de varlıklı olmayan insanlardı ve durumları günümüz mültecilerinden pek farklı değildi.
Almanya’da anma hiyerarşisininde ırkçı düşüncenin hükmünü sürdürdüğünü gösteren bir örnek, Roman ve Sinti halkına dönük soykırımın Federal Almanya tarafından ancak 1980’lerin ortalarında tanınmış olmasıdır. Alman makamları ve mahkemeleri Roman kurbanların mağduriyetini tanımayı ve tazminini on yıllarca reddettiler. Almanya’da Romanlara dönük ayrımcılık ve dışlama 1945’ten sonra da uzun süre devam etti, bu sırada Nazilerin tertip ettiği “Çingene fişleri” kullanıldı.
Sömürgelerdeki cinayetlerin göz ardı edilmesi
Eski sömürgelerdeki jenosit mahiyetindeki cinayetler de Avrupa devletlerinin birçoğu tarafından hâlâ tanınmamıştır ve anılmamaktadır. Bunun örneklerinden biri 1905’te Alman sömürge birliklerinin bugünkü Namibya’da gerçekleştirdiği ve 20. yüzyılın ilk jenosidi olan Herero ve Nama jenosididir. Alman hükümet makamlarının açıklamalarında “yaşananlarla” ilgili “üzüntü” bildirilir fakat “yaşananların” soykırım olarak tanınması ve tazminat konusu bugüne kadar reddedilmiştir.
İkinci Dünya Savaşıyla ilgili olarak da, Avrupa dışı halklar hemen hemen tamamen göz ardı edilirler. Bu, sömürgeci güçlerin yanında, yani Fransız ve Britanya birlikleri içinde Nazi Almanya’sına karşı savaşan ve –esir düştükleri zaman- “beyaz” silah arkadaşlarından farklı özel ırkçı cinayetlerin kurbanı olan Fransa ve Britanya sömürge halkları mensupları için de geçerlidir.[11] Fransa’nın ve onun sömürge politikasının durumunda, hatırlama rekabeti 8 Mayıs 1945 tarihinde açığa çıkar. Fransa’daki Alman birliklerinin teslim olduğu bu gün kurtuluş yıldönümü olarak kutlanırken, aynı tarih Cezayir’te, Fransız sömürge birliklerinin on binlerce Cezayirlinin canına mal olan gaddarca bir katliamını ifade eder. Fransız birliklerinin gerçekleştirdiği bu katliamı başlatan hadise, Cezayir’in Sétif şehrinde Almanya’nın teslim olmasını kutlamak için yapılan gösterilerde Cezayir bayraklarının açılması olmuştu.[12]
Kurban-fail rollerinin tersine çevrilmesi
Holocaust anmasının “tanınmasındaki” artış ve globalleşme, onu politik ve ideolojik mücadelelerin merkezî bir sahası haline getirdi; hatırlananların “değer ölçüsüne” dair müzakereler yapılıyor ve farklı kurban grupları rekabet ediyorlar bu sahada. Tarihin yeniden yazımının bilhassa bariz örnekleri, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra yeniden biçimlendirilen yeni Doğu Avrupa ulus devletlerinde gözlemlenebilir. Bu devletlerin birçoğunda yükselişe geçen gerici-milliyetçi güçler, Sovyet dönemine dönük eleştirilerine o kadar ileri gittiler ki, Almanlarla işbirliği yapan ve Yahudi katliamına katılan anti-komünist grupları ve kişileri “ulusal özgürlük savaşçıları” olarak yücelttiler. Ukrayna’da Nazi işbirlikçisi ve antisemit Bandera’nın heykelleri dikildi. Litvanya’ya Vilnius’taki devletçe finanse edilen “Jenosit Kurbanları Müzesi”nde münhasıran Sovyet polisi ve gizli servisinin baskıları anılıyor. Öncesinde 200.000’lik bir nüfus oluşturan Yahudilerin yaklaşık % 95’inin öldürülmesiyle sonuçlanan Alman işgalindense bahsedilmiyor.[13]
Budapeşte’deki Terror Háza Múzeum da (Terör Evi) tarihin benzeri bir manipülasyonunu yapıyor: “Macarlar” –ki aralarında açıkça antisemitist failler de var- Sovyet terörünün “kurbanları” olarak yer alırken, nasyonal sosyalistlerin ve onlarla işbirliği yapan Macar faşistlerin cinayetleri hafızadan siliniyor. Hükümetin bu tarih revizyonizmini protesto eden Macar Yahudi cemaatleri bu yıl 27 Ocak anma törenlerine katılmayı reddettiler. Hükümetin Mart 1944’teki Alman işgali anısına dikmek istediği heykelin, dönemin Macar devletinin Yahudi mezalimindeki katkısını gözden kaçırttığını vurguluyorlar.
Almanya’da da kendini tarihin “kurbanı” olarak sunma çabaları asla geçmişte kalmış değil: Dresden’de şehrin büyük ölçüde tahrip edildiği 13 Şubat 1945 hava saldırılarının yıldönümü yıllarca milliyetçi ve tarih revizyonizmine dönük etkinlikler için araçsallaştırıldı; bu arada Alman kurban sayısı onla çarpılarak abartıldı. Şu da var ki, Dresden’de (keza Magdeburg’da) anti-faşist ve demokratların başlattığı karşı seferberlik, tarih revizyonizmine karşı durmanın anlamlı ve mümkün olduğunu gösteren başarılı bir deneyimdir.
Söylemsel kay(dır)malar – Suçu savuşturma
Bir diğer söylemsel kay(dır)ma, “Müslümanların” nasyonal sosyalizmle ilişkileri hakkındaki dallı budaklı tartışmalar ve aşağı yukarı eşzamanlı başlayan “göçmen toplumunda Holocaust anması” meselesinde görülmektedir.
2000’lerin başından itibaren “Arapların” nasyonal sosyalist Almanya’yla ilişkileri ve Kudüs Müftüsü Muhammed Emin El Hüseyni’nin rolü çok tartışılan bir konu haline geldi.[14] Müftü’nün Nazi rejimiyle sıkı işbirliği içinde bir antisemit olduğuna kuşku yok. Almanlar Ortadoğu’da antisemitist kışkırtmalarını onun yardımıyla yaygınlaştırdılar, Müslümanlardan devşirilen SS birliklerinin eğitiminde de vaiz olarak devredeydi. Ancak 11 Eylül sonrasının politik ikliminde Alman (ve Batılı) kamuoyunda öyle bir imge oluştu ki, sanki “Araplar” veya “Müslümanlar” topyekûn Nazilerin sempatizanları ve işbirlikçileri olmuşlardı. Almanların ortak bilincinde Arap/Müslüman antisemitizminin vurgulanması, Almanların suçunu görelileştirmeye yarayan bir sav işlevi görür. Dışişleri Bakanlığının ve Ortadoğu’da antisemitist propagandayla meşgul olmuş diğer Alman makamlarının çalışanlarının (yani Müftü’nün ve hempalarının “amirlerinin”) asla sorumlu tutulmayıp kariyerlerini emekli olana kadar sürdürdüklerini düşündüğümüzde, bu sav iyice saçma gelecektir.
Türkiye’de Holocaust algısı
Türkiye’de bugüne kadar Holocaust diye bir konu yoktu. Bu konuyla bilimsel olarak ilgilenen yoktu, şimdi de pek yoktur. Ne Türk bilim insanları bu konuyu araştırmıştır, ne de Holocaust’a ilişkin temel eserler Türkçeye çevrilmiştir.[15] Benim Holocaust’un sadece kısmî bir veçhesini ele alan kitabım dışında, Türkçede yayımlanan tek bilimsel eser Yehuda Bauer’in Rethinking the Holocaust’udur [Holocaust’u Yeniden Düşünmek].[16] Konuyla ilgili sadece birkaç anı kitabı ve edebî eser mevcuttur.[17]
Müslüman kimliğinin ağır bastığı veya Avrupa dışı devletlerin birçoğunda durum fazla farklı olmayabilir. Türkiye örneğinde bu durumun şaşırtıcı bulunabilecek yanı, örneğin Türkçeye çevrilen edebî ve bilimsel kitapları veya gösterilen filmleri gösterge kabul ederseniz, ülkenin entelektüel ve kültürel yöneliminin hâlâ Batı’ya dönük olmasıdır. Bu ilgisizlik, Türkiye’deki eleştirel tarihçilerin veya Yahudi gazetelerinin Şoah’a ilişkin temel bilgilerinin kıt oluşunda da gösterir kendini.
Türkiye’de toplumun çoğunluk profilinin Holocaust’a ilgisinin azlığı, Yahudi hemşerilerinin kaderlerine olan ilgisizlikte de tezahür eder: Oysa Türkiye’de, Avrupa’da Şoah’ı yaşamış hatta bizzat kurbanı olmuş bir akrabası veya hısmı olmayan bir Yahudi aile yok gibidir. Almanya’da, Belçika’da, özellikle Fransa’da hayatta kalan birçok Türk kökenli kurban veya onların çocukları, o döneme ilişkin biyografiler ve anılar yayımlamıştır; sayısı onu geçen bu kitapların da biri bile şimdiye dek Türkçeye çevrilmemiştir.
Holocaust ve propaganda
Buna karşılık, Holocaust’a ilişkin koca bir bayağı literatür (romanlar ve sözde bilimsel eserler) yığını vardır. Bu eserlerin birçoğu, “çok defa hayatlarını tehlikeye atarak” Türk ve diğer Yahudileri Nazilerin pençelerinden kurtaran Türk diplomatlarının sözde kahramanca hareketlerini terennüm ederler. Böylesi iddiaların doğruluktan uzaklığını başka bir yerde ortaya koymuştum, burada buna girmeyeceğim.[18] Bu yayınlar hakikatten uzak ve kitsch olmakla kalmazlar, yaptıkları hem tehcir edilerek katledilenlerle, hem de hayatta kalan Yahudilerle alay etmektir. Yahudilerin kaderi bu yazarların umurunda değildir, onların sözüm ona “kurtarılması” sadece Türkiye lehine dış politika propagandasına (ve Ermeni jenosidini inkâr politikasına Yahudi örgütlerinin desteğini kazanmasına) hizmet eder.[19]
Bu kurtarma mitlerinin numunesi, ABD’de tarihçiliği tartışmalı bir kişi ve Ermeni jenosidinin az sayıdaki Türk-olmayan inkârcısından biri olan Stanford Shaw’a aittir. Onun “Turkey and the Holocaust – Turkey’s Role in Rescuing Turkish and European Jewry from Nazi. Persecution, 1933-1945“ adlı kitabı uluslararası Holocoust araştırmaları alanında sert eleştirilere uğradı. Çok sayıdaki yöntemsel hata ve anakronizmanın yanı sıra Shaw, kendi görmüş olduğu belgeleri hasıraltı etmiştir (kendisi bu belgeleri sonra United States Holocaust Anma Müzesine – USHMM’e – devretti, dolayısıyla orada görülebilirler). Bu kötü kitabın İngilizce yayımlanmasından yirmi yıl sonra Türkçeye çevrilmesi de o oranda şaşırtıcıdır.
Shaw’ın Türk çıkarlarına angajmanı Ermeni jenosidinin inkârıyla sınırlı değildi bu arada. 1990’lı yıllarda ABD’de Nazilerin Yahudilerden çaldıkları altınlarla ilgili kovuşturmalar yürütülür ve tarafsız devletlerin bunda oynadığı rol araştırılırken, İsviçre’nin yanı sıra Türkiye’nin de, en azından altınların Almanlara transferinde yardımcı olduğu doğrultusunda şüpheye düşülmüştü. Araştırma Komisyonuna Türkiye lehine ifade vererek bu kovuşturmanın durdurulmasını talep eden ve bunu da başaran kişi, Stanford Shaw’dan başkası değildi.
Türkiye, dış politika propagandası için Yahudileri gûya kurtardığına dair mitler üreten tek ülke değildir kesinlikle. İspanya, Franco diktatörlüğü döneminde dış politikadaki yalıtılmışlığını kırmak için, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra görece erken bir zamanda benzeri bir propaganda geliştirmişti. Arjantin de askeri diktatörlük döneminde benzerini yaptı. Türkiye’den farklı olarak bu ülkelerde eleştirel bilim insanları bu mitleri başarıyla yıkmaya başlamışlardır.[20] 2014 Kasım’ında Madrid’de yapılması planlanan şu konferans, dönemin tarafsız ülkelerinin politikasına ilişkin mukayeseli tartışma imkânı sunacaktır: Bystanders, rescuers or perpetrators? The Neutrals and the Shoah: Facts, Myths and Countermyths.
Kurbanların Türkleştirilmesi/Müslümanlaştırılması
1945’ten beri tüm hükümetlerin Şoah’ın Türk-Yahudi kurbanlarına olan reel ilgisizliği, başka şeylerin yanısıra, Türk resmi makamlarının BUGÜNE kadar kurbanların isimlerini toplama ve başlarına gelenleri açıklığa kavuşturma zahmetine bile girmemiş olmalarında kendisini gösterir. Savaştan hemen sonra gelen yıllarda bu, hayatta kalabilen Türk-Yahudiler için örneğin Almanya’ya karșı tazminat talebinde bulunamamak ya da başvurularında büyük müşküllerle karşılaşmak anlamına geliyordu.
9 Aralık 2012 tarihinde Bergen-Belsen Anıt alanında anma töreni (Foto: Lower Saxony Memorials Foundation / Bergen-Belsen Anıtı) |
Kayıtsızlıkla geçen on yılların ardından 2012 Aralık’ında Almanya’daki Türk Büyükelçiliği başka Türk örgütleriyle beraber, eski Bergen-Belsen toplama kampının olduğu yerdeki anma merkezinde bir matem töreni düzenledi; törende “Bergen-Belsen’de katledilen Musevi ve Musevi olmayan Türk vatandaşları” anısına bir plaket çakıldı ve bir imam (yanında bir hahamla) dua okudu. Bu jest ilk bakışta Türkiye’nin kendi Yahudi vatandaşlarının Şoah sırasındaki kaderine ilgi göstermeye dönük gecikmiş bir eğilimi gibi görülebilir. Oysa ne Büyükelçiliğin ne de törene katılan diğer Türk örgütlerinden herhangi birisinin, Bergen-Belsen kurbanlarının kaderine sahici bir ilgi duyduğu aşikârdır.
Kendi araştırmalarıma göre Türkiye’de veya Osmanlı İmparatorluğu’nda doğmuş olan veya Türk vatandaşlığı taşıyan en az on iki insan Bergen-Belsen’de hayatını kaybetmişti. Bu kişiler şunlardır: Perla Behar-Behar (1872 Edirne doğumlu), Raphael Bilé (1893 İzmir), Jacques Castoriano (1902 İstanbul), Ribca Chochou (1892 Safed/Filistin), Iso Cory (1920 İzmir), Jacques Nahoum (1894 İstanbul), Dr. Jakob J. Neubauer (Leipzig), Max Neumann (1892 Viyana), Marco Ojalvo (1886 İstanbul), Elyo Sarfati (1921 İstanbul), Garabed Tachdijan (1906 Urfa), Lisa Ladrer Mayer (1900 İstanbul), Chaim Levy (1896 Kudüs).
1915 Soykırımında hayatta kalarak daha sonra Ermenistan’a giden ve bir Sovyet askeri olarak Almanlar tarafından öldürülen Ermeni Garabed Taşçıyan dışında hepsi Yahudi’ydi. İnsanlık tarihinin en kapsamlı soykırımı olan Holocaust Yahudileri hedef almıştı ve kurbanları Yahudi’ydi. Bu insanları anma plaketinde yazdığı gibi “Musevi ve Musevi olmayan Türk vatandaşları” olarak nitelemek Yahudileri (ve Ermenileri) ölümlerinden sonra Müslümanlaştırma teşebbüsüdür. Öyle görünüyor ki Bergen-Belsen’deki anma töreni Türk-Müslüman çoğunluğu da kurban rolüne oturtan faydacı bir teşebbüstür ve tarihsel revizyonizmden aşağı kalmamaktadır.
Bergen-Belsen Anıtı’nda “Türk” kurbanlar için anma plakası (Foto: Lower Saxony Memorials Foundation, Bergen – Belsen Anıtı) |
Bu noktada belirtmeliyiz ki yukarıda adı anılan kurbanların hepsi (Türkiye dışında doğanlar da) hayatlarının bir döneminde Türk vatandaşı olmuşlardı. Bazıları daha sonra vatandaşlık haklarından mahrum bırakılmışlar, Türkiye’ye gitme talepleri -ki onların hayatını kurtaracaktı bu- geri çevrilmişti. (Bu elbette, Almanların bu insanların ölümündeki sorumluluğundan bir şey eksiltmez.)
Almanlar bu Yahudilerin çoğunu 1944 yazında İtalya, Hollanda, Avusturya ve Almanya’dan, çok daha büyük bir Türk Yahudi grubunun parçası olarak Bergen Belsen’e yolladılar. Bu grubun çoğunluğu (105 kişi) 1945 yılı Mart ayında Alman-Türk sivil mübadelesi çerçevesinde Bergen-Belsen’den kurtarıldı. 11 Nisan 1945’de gemi Türkiye’ye vardığında Türk yetkililerinin ilk etapta bu kurtarılmış Yahudilerin ülkeye giriş yapmalarını kabul etmemeleri dikkat çekicidir. Uluslararası Yahudi temsilcileri, ancak çetin müzakereler sonucunda Türk yetkililerini bu insanların gemiden ayrılarak İstanbul’da – masrafları Jewish Agency tarafından karşılanmak üzere – üç otelde konaklamalarına ikna edebildiler.
Bergen-Belsen’deki anmanın hedeflediği ‘Türkleri Holocaust kurbanı olarak gösterme’ niyetindeki politik hesap açıktır: Daha 2005 Haziranı sonunda Avrupa Türk Birliği, Dachau toplama kampı anma merkezinde, nasyonal sosyalizm döneminde Dachau toplama kampında tutuklu kalmış Türkler anısına bir (kırmızı beyaz ay yıldızlı) plaket töreni düzenlemişti.[21] Tarih kesinlikle tesadüf değildi: Bir hafta önce Almanya Federal Meclisinde Ermenilere dönük jenositle ilgili bir oturum yapılmıştı (oportünist bir tavırla jenosit kelimesinden kaçınılarak). Avrupa Türk Birliği’nin açıkça belirttiği gibi, Dachau’daki plaket Federal Meclisteki oturuma tepki anlamı taşıyordu.
Türkiye’nin Dachau anıt alanındaki anma plakası (Foto: Corry Guttstadt) |
Holocaust ve Ermeni jenosidini düşünmek
Anılan örneklerin gösterdiği gibi, Holocaust’un hükümet görevlileri veya “resmi çizginin” temsilcileri tarafından her zikredilişi, neredeyse reflekse benzer bir şekilde, Ermeni jenosidine (olumsuz) bir atfı beraberinde getiriyor. Ermenilerin acısını inkâra sabitlenmek, açık ki, Yahudi Şoah kurbanlarıyla bir empatiyi engelliyor. Bu, trajik bir psikolojik engeldir.
Wolf Gruner’in bir makalesinin gösterdiği gibi,[22] Ermenilerin kaderinin hatırası, baştan beri birçok Avrupalı Yahudi için önemliydi. Bu, uluslararası hukuk uzmanı, Birleşmiş Milletler’in Soykırım Sözleşmesi’nin “babası,” 1915-1916 olaylarıyla yoğun bir şekilde ilgilenen Raphael Lemkin’in kişileştirdiği meşhur örnek için geçerli değildir sadece. Nasyonal sosyalist rejimin 1938 ve 1939 yıllarında antisemitist önlemlerini gaddarca sertleştirmesinin tesiri altında, yani sistematik yok etme politikasının başlamasından yıllar önce bile, uluslararası Yahudi örgütleri Yahudileri “Ermenilerinki gibi bir kaderin beklediği” uyarısında bulunuyorlardı.
Mesele bu iki hadiseyi eş koşmak değildir, olmamalıdır. Yine de iki hadise arasında, Holocaust’u görelileştirmeye kalkmaksızın, tartışmanın veya incelemenin anlamlı olacağı benzerlikler ve farklar mevcuttur.
Örneğin temel bir fark, Almanya’da 500.000 kişiden oluşan (Nazi ırk kanunlarına göre Yahudi olarak sınıflandırılanları katarsak 600.000) Yahudi topluluğunun toplam nüfusa oranının, 1933’ten önce de, Ermenilerin Anadolu’daki nüfus payıyla mukayese edilemeyecek kadar düşük olmasıdır.
İnkârcılar hep, Yahudilerin “masum” kurbanlar olduğunu, sadece Yahudi oldukları için öldürüldüğünü vurgularlar. Bu kuşkusuz doğrudur. Fakat gerçekte bu cümle Yahudilerin Şoah deneyimiyle ilgili değildir, cümleyi sarf eden onlarla hiç ilgilenmiyordur aslında: Niyet edilen imâ (telaffuz edilsin edilmesin), Ermenilerin “masum” olmadığıdır – geçenlerde Ayșe Kulin’in dediği gibi: “durup dururken kesmedik…”
Dönemin Jön Türk yöneticileri gibi, bütün inkârcı neşriyat da, “Ermenilerin” (kolektif olarak) (Rus) düşmanla veya Avrupalı güçlerle ittifak halinde olduğu fikriyle dolup taşar… Tam bu noktada Nazilerin Yahudi imgesiyle dikkate değer bir paralellik vardır, onlar da savaştaki tüm düşmanlarının arkasında “Yahudilerin” bulunduğu fikrinin cezbesine kapılmışlardı.[23] 1941’in ikinci yarısında işgal edilmiş Fransa’daki Yahudilerin kitlesel olarak tutuklanması ve 1942 Mart’ında (Gestapo’nun değil ordunun emriyle!) gerçekleştirilen ilk tehcir, Fransız direnişçilerinin eylemlerine karşı cezaî önlem olarak tasarlanmıştı, zira Nazi ideolojisine göre her direnişçinin arkasında bir Yahudi vardı.
Tarihsel araştırma, Yahudi soykırımının birçok bölgede farklı yürütüldüğünü gösterir. Orta ve Batı Avrupa Yahudileri 1942’den itibaren Polonya’da kurulan ölüm fabrikalarına tehcir edilirken, Litvanya ve Letonya’daki, bugünkü Ukrayna’daki keza Romanya’daki (Besarabya ve Bukovina’daki) Yahudilerin çoğu çok defa yerel halkın veya faşist grupların da katkısıyla yerinde öldürülmüştü. Anılan bütün bu bölgeler daha önce (1939 Hitler-Stalin anlaşmasından sonra veya Romanya örneğinden 1940’te) Sovyetler Birliği tarafından işgal edilmişlerdi, bu da bu bölgelerde yaşayan Yahudiler için Sovyet işgali boyunca durumlarında göreli bir iyileşme (eşitlenme) anlamına geliyordu. Bu durum oralardaki Yahudilere dönük, düşman Sovyetler’le ittifak yaptıkları ithamına dayanak oluşturmuş, bu itham da yerel katil çetelerinin temel saiklerinden birisi olmuştur. Burada da Ermeni jenosidiyle belirgin bir paralellik vardır.
Anılanların ve benzer daha birçok etmenin, asla iki hadiseyi aynılaştırmak anlamına gelmediğini tekrarlayalım. Fakat karşılaştırmalı bir tartışma, Ermeni jenosidinin araştırılmasına önemli itkiler kazandırabilir.[24] Bunun ön koşulu, sadece Ermeni jenosidiyle ilgili inkâr politikasının sona ermesi değil, Şoah’yla ciddi bir şekilde meşgul olmaktır.
Ermeni soykırımının 100. yılı ve İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte kampların boşaltılmasının 70. yılı olarak ikili bir yıldönümüne tekabül eden önümüzdeki yıl – 2015 – bunun için uygun bir vesile olsa gerektir. (AA/HK)
* Bu makalenin bir önceki versiyonu Türkçe olarak Birikim’de (Sayı 299-300, Nisan 2014) ve Azad Alik'te yayınlandı. Eleştirel okumaları ve kıymetli yorumları için Ari Joskowicz, Susan Miller, Julia Timpe ve Rob Williams’a teşekkürlerimi sunarım. Genişletilmiş Türkçe ve İngilizce versiyonu Ayda Erbal ve Burcu Gürsel yayına hazırladılar.
Corry Guttstadt,1955'te Hamburg'da doğdu. Almanya'da çeşitli ırkçılık karşıtı ve insan haklan kuruluşlarında aktif yer aldı. Türkçe-Almanca çevirmenlik ve gazetecilik yaptı. 2011'den beri Berlin'deki Anne-Frank-Zentrum'da, İkinci Dünya Savaşı döneminde Türk-Alman biyografilerini konu alan "Her şeyden önce insanım" adlı pedagojik projenin yöneticisi. "Türkiye'de Yahudiler ve Holokost" adlı kitabı İletişim Yayınları'ndan 2012'de yayınlandı. |
[1] Türkiye’deki Yahudi cemaati 2011’de Neve Şalom Sinagogu’nda anma töreni düzenlemeye başlamıştı, bu törenlere Büyükelçi Ertan Tezgör veya İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu gibi devlet temsilcileri de katıldılar. Türkiye’nin tam üye olmayı istediği (yıllardır aday üye statüsündedir) International Holocaust Remembrance Alliance IHRA ise 27 Ocak’ın resmen kutlanmasını şart koşuyor. Bu yılkı seremoninin Yahudi cemaati dışında ve Dışişleri Bakanlığı’nın katılımıyla düzenlenmesi, Ertuğrul Özkök’ün haber verdiğine göre, Türkiye’nin IHRA’ya üye olmasına yardımcı olmaya çalıştığı anlaşılan Yahudi cemaatinin girişimine dayanıyor (bkz. Hürriyet, 22.1.1994).
[2] http://www.abgs.gov.tr/index.php?p=49393&l=1. Ertan Tezgör ve Naci Koru’nun açıklamaları da neredeyse kelimesi kelimesine aynıdır.
[3] 2007’de Harald Welzer’in yayımladığı derlemenin başlığı şudur: Der Krieg der Erinnerung. Zweiter Weltkrieg, Kollaboration und Holokost im Europäischen Gedächtnis, Frankfurt/M. 2007. Bu konudaki sayısız yayın arasından Türkçeye çevrilen –ve okurlara tavsiye edeceğim– bir tanesi şudur: Karşıt Hafızalar – Soykırımın Önemi ve Etkisi Üzerine, çev. Hulki Demirel, İletişim, 2011.
[4] Sovyetler’in gelişiyle kurtulan Auschwitz revirindeki mahpuslar arasında bulunan Primo Levi’nin Bunlar da mı İnsan? anlatısı Auschwitz’in en etkileyici tasvirlerinden birisidir ve Türkçe’ye de çevrilmiştir (çev. Zeyyat Selimoğlu, Can Yayınları, 1996).
[5] Dan Diner, Gegenläufige Gedächtnisse: Über Geltung und Wirkung des Holocaust Vandenhoeck und Ruprecht Verlag, Göttingen 2008, p. 15. (Karşıt Hafızalar: Soykırımın Önemi ve Etkisi Üzerine, çev. Hulki Demirel, İletişim, 2011).
[6] Yehuda Bauer, “Der Holocaust und andere Genozide,” in: David Bankier (ed.): Fragen zum Holocaust: Interviews mit prominenten Forschern und Denkern, Wallstein Verlag, Göttingen 2006, p. 88.
[7] Klaus Kempter, Joseph Wulf. Ein Historikerschicksal in Deutschland. Göttingen: Vandenhoeck & Ruprecht, 2013, p. 384.
[8] Nasyonal sosyalistlerin işgal ettikleri ülkelerde gerçekleştirdikleri şiddet eylemlerinin kurbanlarının hepsi “savaş kurbanı” olarak tanımlanmaktadır (örneğin tazminat davalarında), Yahudi Holocaust kurbanlarıyla ilgili belgeler dosyasında “Guerre” ibaresi bulunmaktadır.
[9] Bu duruşmaların ilki Uluslararası Askeri Duruşma’ydı. Müteakip 12 davaya Amerikan askeriyesi yön verdi. Ana duruşma esnasında Holocaust İddianame 4 (insanlığa karşı suçlar) kapsamındaydı. Müteakip 12 duruşmada Holocaust suçu 9. Dava yani Einsatzgruppen davasına dahil edildi. (Einsatzgruppen Doğu Avrupa’da cephe gerisinde operasyon yapan gezici ölüm mangalarıydı.)
[10] Alman ordusunun en büyük savaş suçlarından biri, halkı sistematik olarak açlıktan ölüme mahkûm etmeyi amaçlayarak şehri ablukaya almasıydı.
[11] Bkz. Rafael Scheck: Hitler’s African Victims: The German Army Massacres of Black French Soldiers in 1940, Cambridge University Press, 2006, ayrıca temel başvuru kaynağı olarak: Rheinisches JournalistInnenbüro: “Unsere Opfer zählen nicht:” Die Dritte Welt im Zweiten Weltkrieg, Assoziation A, 2005.
[12] Karışıklığın ilk birkaç gününde birkaç yüz Fransız sömürgeci de öldürülmüştü fakat olayların gelişimi ve kayıpların sayısı hakkındaki tartışmalar süredursun, Cezayir tarafındaki kayıpların Fransız tarafındakilerden yüz kat fazla olduğu şüphe götürmez.
[13] Buna karşılık Litvanya Cumhuriyet Başsavcılığı, Alman işgali esnasında Nazilere karşı savaşan eski Yahudi partizanlara soruşturma açtı!
[14] Örneğin Martin Cüppers ve Klaus-Michael Mallmann (derl.): Halbmond und Hakenkreuz. Das Dritte Reich, die Araber und Palästina, Darmstadt 2006. Daha yakın dönemde araştırmacılar daha ayrıştırıcı bir resim çiziyor ve Ortadoğu’daki birçok devlette Müslüman halk arasında da, Nazi politikasına karşı tavır alan ve pekâlâ Yahudi kurbanlarla empati gösteren bir eğilimin de var olduğunu gösteriyor. Örn. Gilbert Achcar: Les Arabes et la Shoah. Arles, 2009; René Wildangel: Zwischen Achse und Mandatsmacht-Palästina und der Nationalsozialismus, Berlin 2007.
[15] Holocaust konusunda istisnai çalışmalar şunlardır: Ayşe Sıla Çehreli: Chelmno, Belżec, Sobibór, Treblinka]: politique génocidaire nazie et résistance juive dans les centres de mise à mort (novembre 1941 – janvier 1945) [Paris I Üniversitesi’ne sunulan doktora tezi, 2007], İzzet Bahar, Turkey And The Rescue Of Jews During The Nazi Era: A Reappraisal Of Two Cases; German-Jewish Scientists In Turkey & Turkish Jews In Occupied France [Pittsburgh Üniversitesi’ne sunulan doktora tezi, 2012]. Her ikisi de Türkiyeli olan araştırmacıların bu çalışmaları Türkiye’de bilinmemektedir.
[16] Corry Guttstadt: Türkiye, Yahudiler ve Holokost, çev. Atilla Dirim, İletişim, 2012; Yehuda Bauer: Soykırımı Yeniden Düşünmek, çev. Onur Yakın, Phoenix, 2004.
[17] Anne Frank, Primo Levi , Claude Lanzmann. Algılanışının tarihiyle ilgili bkz. Annette Wieviorka, 60 Yıl Sonra Auschwitz, çev. Işık Ergüden, İletişim, 2006.
[18] Bu iddiaların gerçekliğine dair bkz. Corry Guttstadt: Türkiye, Yahudiler ve Holokost; Turkish Passport filmiyle ilgili bkz. http://sephardichorizons.org/Volume3/Issue1/guttstadt.html; ayrıca Emir Kıvırcık’ın (büyük amcası Behiç Erkin’le ilgili) Büyükelçi adlı kitabıyla ilgili bkz.: “Hakikaten ‘inanılmaz bir öykü’,” Toplumsal Tarih, No. 168, Aralık 2007. Kıvırcık, Büyükelçi (Goa Yayınları, 2007; İngilizce çev. The Turkish Ambassador, kişisel yayın, 2011) adlı hayali sahnelere dayanan biyografik romanıda, Ağustos 1939 – Ağustos 1943 tarihleri arasında (Vichy hükümeti döneminde) Fransa büyükelçisi olarak görev yapan büyük dayısı Behiç Erkin’in 20.000’den fazla Türk vatandaşı Yahudi’yi Fransa’dan kurtardığını iddia etmektedir.
[19] Örneğin Kıvırcık, 2008’de Abdullah Gül’ün ABD seyahatine katılarak, oradaki Amerikan-Yahudi örgütlerini Türkiye’nin inkâr politikasına kazanmaya çalıştı. Bu görüşmeler sırasında Kıvırcık şu sözüyle ‘parladı’: “Büyükbabamın hikâyesi ADL’ye karşı en iyi silahtır.” [ADL: Anti-Defamation League].
[20] İspanya hakkında Alejandro Baer’in, Arjantin hakkında Uki Goñi’nin çalışmalarına bakın.
[21] Dachau’daki Türk töreninde Shoah sırasında Dachau’da yokedilen ve kaderleriyle Türkiye’nin alakadar olmadığı Türk Yahudileri aynı zamanda eski Türki (Türkmenistanlı ve Azerbaycanlı) Sovyet vatandaşlarıyla birleştirilerek anıldılar.
[22] Wolf Gruner: “‘Armenier-Greue:’ Was wussten jüdische und nichtjüdische Deutsche im NS-Staat über den Völkermorde von 1915/16?” (“Armenian atrocities” in: Sybille Steinbacher (Hrsg.): Holocaust und Völkermorde. Die Reichweite des Vergleichs. Türkçe olarak: “Nasyonal sosyalist rejimde Yahudi olan ve Yahudi olmayan Almanlar 1915/16 soykırımı hakkında ne biliyorlardı?” Birikim Vol. 299-300, 2014.
[23] Örneğin Hitler’in 30 Ocak 1939’da yaptığı, “beynelmilel Yahudiliği” Almanya’yı bir savaşa çekmek istemekle itham ettiği konuşmada bu belirgindir.
[24]Anlamlı bir karşılaştırmalı inceleme örneği: Hans-Lukas Kieser ve Dominik J Schaller: The Armenian Genocide and the Shoah, Zürih, Chronos, 2002.