James Baldwin’in (1924-1987) hayatının özeti, ülkesine ve etrafındaki insanlara yabancılaştırılmasıydı. Dünyanın “siyah” ve “beyaz”, “Biz” ve “Onlar” diye ikiye bölünüşünü; ayrımcılığı, nefret söylem ve eylemlerini bizzat yaşayan Baldwin, bir başkaldırının sözcüsü hâline geldi: Siyahtı ve eşcinseldi; komünist ve LGBTİ+ avına çıkan, “Amerikan Rüyası”na kapılmış beyaz ABD’lilerin ona düşman olması için bu ikisi yeterliydi. Zaten öyle oldu. Kurulu düzenin ve geleneklerin çizdiği “kader”i kabullenmedi, önce koyu dindar babasına, ardından 1950’lerde ivme kazanan ırkçılığa ve LGBTİ+’lara yönelen şiddete isyan etti.
“Artık benim bir ülkem yok” diyerek ayrıldığı ABD’den Fransa’ya yerleşen Baldwin, mücadelesini burada sürdürürken siyahların ve eşcinsellerin “suçlu” ilan edildiği memleketindeki çarpık düzene ve tacirliğine soyundukları ahlakı sükût ettirenlere, denemelerinde ve romanlarında yer verdi. Böylece “Amerikan Rüyası”nın aslında bir “Amerikan Kâbusu” olduğunu anlatıp zarını eşitlikten ve özgürlükten yana attığını, bu uğurda mücadeleye girişenlerle aynı safta bulunduğunu dünyaya bir kez daha duyurdu.
Ayrımcılık vaizlerine ve vaazlarına karşı sesini yükselten Baldwin, şiddeti ve ırkçılığı sinema üzerinden de eleştirmişti. Şeytanı Gördüm’de filmleri irdeleyen, yaşamı anlamaya çalışan ve geçmişini hatırlayan yazar, özellikle Hollywood’a yoğunlaşıp siyasal ve toplumsal çözümlemelerle “Amerikan Kâbusu”nun yansımalarını anlatıyor. Siyahların ABD sinemasındaki eksik temsilinden, önyargı ve korkulara dek geniş bir ufuk turuna çıkarıyor bizi.
‘Kameranın dili rüyalarımızın dilidir’
Kısa süreli bir Hollywood macerası da olan Baldwin, Şeytanı Gördüm’de bir sinema eleştirmeni gibi filmleri yorumlarken politik analizlere de girişiyor. Çocukluğunda gıpta ettiği yaşamları, izlediği filmlerde bulan ya da kendisini bu sahnelere yerleştiren yazar bir süre sonra, hem hayatta hem de beyaz perdedeki ayrımcılığın, önyargıların ve şiddetin farkına varıyor. Harlem’deki siyahların beyazlara, Harlem dışındaki beyazların siyahlara karşı oluşturduğu düşmanlıkla yüzleşiyor. Başka bir deyişle filmlerle yaşamı birbirinden ayırmayı öğrenirken her ikisinde hakikate dair ipuçları bulunduğunu kavrayıp beyazların da siyahların da çirkinlikleri olduğunu fark ediyor. Zihninin sineması ile ailece izledikleri filmler arasındaki ayrımları enikonu anlıyor: “Benim tanıdığım dünyadan hiç kimsenin Amerikan filmlerinde henüz görünmediği tam olarak doğru değildi; Stepin Fetchit, Willie Best ve Manton Moreland vardı, tümünden de haklı veya haksız olarak nefret ediyordum. Tanıdığım dünyayla ilgili yalan söylüyorlar, onu alçaltıyorlar gibime geliyordu ve kesinlikle onlar gibi hiç kimseyi tanımıyordum, en azından aklım erdiğince çünkü onların o gülünç, patlak gözlü dehşeti benim girdabına hiçbir zaman kapılmamayı ümit ettiğim başka bir dehşete dair hakikati gizliyordu belki de.”
Beyaz perdede suçun siyahlarla özdeşleştirildiği filmlerin, 1940’larda ABD’deki durumu yansıttığını gören Baldwin, aynı zamanda yavaş yavaş fitili ateşlenen isyana tanık olurken “başarı” hikâyelerinin ardındaki fantezilere ve riyakârlıklara gönderme yapıyor: “Kamera yalan söyleyemez denir fakat biz onun yalan söylemekten başka bir şey yapmasına nadiren müsaade ederiz çünkü kamera onu nereye çevirirseniz orayı görür. Kamera neyi görmesini istiyorsanız onu görür. Kameranın dili rüyalarımızın dilidir."
Baldwin, sinemada da sık sık rastladığı “Amerikan Rüyası”nın “haset”, “suçluluk duygusu”, “kendini üstün görme”, “dehşetli bir hayal” ve “gayrimenkul macerası” gibi ilkelerle kurulduğunu hatırlatıyor. Bütün bunların, siyahları “ev zencisi”, “köle” ve “beyazların metresi” hâline getirdiğini ve buna yönelik senaryolar yazıldığını söylüyor.
Zamanın ruhu ya da ‘dönemin ahlaki iklimi’
Baldwin, sinemada bazen açıktan bazen de örtük biçimde siyah-beyaz ayrımı yapıldığını; siyahların, beyazların haysiyetsiz alçalış örnekleriyle karşılaştığını, incelediği filmler üzerinden anlatırken söz ve eylem arasında belirgin farklar bulunduğunu anımsatıyor: “Siyahların, ‘söylediğin şeye inanamam çünkü yaptığını görüyorum’ diye bir şarkısı vardır. Siyahlara dair hiçbir Amerikan filmi bu gözlemi benimseyemez. Siyahların pek çok gözlemi gibi müzikle ifade edilmiş bu gözlem, bu gibi filmlerin ortaya çıkmasından sorumlu olan mitin geçerliliğini dolaysız biçimde reddeder; salt bu mitin idame ettirilmesi amacıyla yapılmış filmlerdir bunlar.”
Beyazlar ve siyahlar arasındaki nefretin kaynağına ilişkin farkların sinemaya da yansıdığını belirtiyor Baldwin. Beyazların nefretinin özünde yüzeye hızla çıkan dehşet bulunurken siyahların nefretini ise karşılarında bir engel hâline gelen beyazlara yönelik öfke besliyor. Öte yandan, “Amerikan yaşantısı”nın temel direği olan “ahlak”ın, sinemaya da uyarlandığı ve siyahların belli gettolara sıkıştırılarak beyaz kentlerin “sorundan arındırıldığı” filmlerden bahsediyor Baldwin. Bir diğer mesele ise ülke tarihinin ABD’lilerin kendinden kaçışıyla yazılması. Buna sinema da dâhil elbette.
Kaçışın maskelenişinin, 1950’lerdeki McCarthy döneminde zirveye ulaştığını söylüyor: “Beyaz insanlardan gerçekten nefret edebilseydim Amerikan halkının bu sersem, iyi huylu, gösteriş budalası temsilcisinin dönemi saf bir cennet olurdu çünkü en kin dolu nefret bile beyaz Amerikalıların büyük çoğunluğunun kendini batırdığı iğrenç derinlikleri hayal edemezdi; gürültücü, zarafetten yoksundular, hepsi vatanseverlikle şişip berbatlaşmıştı. Korkaklık kesinlikle bu kumaşın en belirgin rengi olsa da izlediğimiz sadece basit bir korkaklık değildi, çok daha kötü bir şeydi, mutlak bir panik, tamamen çocukça bir panik.”
ABD’lilerin, “Amerikan Rüyası” ve 1950’lerde devlet politikası hâline getirilen anti-komünizm (ya da komünizmle mücadele) gereği birbirini ihbar etmeye başlamasını da ülkenin korkaklık, maskeleme ve kaçma tarihine ekliyor Baldwin. Dönem filmlerinin pek çoğunda, bahsi geçen tarihin izlerine yani kutsallaştırılmış Amerikan ailesine, zayıflığı örten güç gösterilerine ve hakikati eğip bükme girişimlerinin yanı sıra “Amerikan erdemlerini” reddedenlerin “komünist” diye düşmanlaştırılışına rastlıyor. Zamanın ruhu ya da “dönemin ahlaki iklimi” dediği bu vakitlere ilişkin küçük bir not düşüyor: “Dönemin kültür ürünleri bu iklimin yaratılmasına katkıda bulundu, dönemin kültür üreticileri bu ağza alınmaz ahlaksızlığın suç ortaklarıydı.”
Baldwin, Hollywood kültürüyle ABD’deki yaşamı karşılaştırır ve aralarında hem farklılıklar hem de benzerlikler bulurken “Amerikalılar filmlerde gösterilen kötülüklerden daha fazlasını biliyor” diyerek kanlı haçı öpenleri ve şeytanın gizlendiği ayrıntıları ifşa ediyor.
Şeytanı Gördüm, James Baldwin, Çeviren: Fatma Cihan Akkartal, Yapı Kredi Yayınları, 112 s. (AB/TY)