Haarlem’in Orta Çağ’dan kalma dar sokaklarında yürürken, kanallar boyunca sıralanan kahverengi tuğlalı evler, pencerelerden sarkan çiçekler ve rengârenk bisikletler dikkatimi çekiyor. Aziz Bavo Kilisesi’ne doğru ilerliyorum; Şîyar’la buluşmama henüz bir saatten fazla zaman var.
Yolum, eski bir sahaf dükkânının önünden geçiyor. İçeride kitapların yanı sıra eski plaklar, kasetler, sararmış defterler göze çarpıyor. Yaşlı sahafla selamlaştıktan sonra sohbet ediyoruz. Önce Felemenkçe, ardından İngilizce konuşuyoruz:
“İnsanlar artık sahaflardan kitap almıyor. Sadece bakıp, fotoğraf çekip gidiyorlar. Daha çok yaşlı Hollandalılar kitap, plak, kalem alıyor.”
Nereli olduğumu ve neden Hollanda’da bulunduğumu anlatıyorum. “Ayrımcılık kötü bir şey,” diyor ve ekliyor: “Biz Yahudiler, sürgün nedir iyi biliriz. Bizim tarihimiz sürgünlerle yazılmıştır. Şimdilerde dünyanın gidişatı pek iç açıcı değil. Savaş, yabancı düşmanlığı, sürgün…”
Yerinden kalkıp iç tarafa doğru gidiyor ve bir şiir kitabı getiriyor. “Sen gazetecisin, şunu iyi dinle" diyor: "Dil, sürgündeki yazarın tek evidir!”
Bu sözler üzerine düşünerek Aziz Bavo Kilisesi’nin önüne varıyorum. Haarlem’in merkezindeki bu Gotik mimari harikası, sivri kemerli pencereleri, taş işçiliği ve görkemli çan kulesiyle hayranlık uyandırıyor. Yolun karşısında Şîyar bana el sallıyor.
Şîyar’la Haarlem’de
On dört yaşındaki Şîyar, Rojava’nın Afrin kentinden gelmiş. Yeşil gözlü, uzun boylu, biraz tombul bir çocuk. On dört aydır Hollanda’da yaşıyor. Ailesi hâlâ Afrin’de, savaşın ve belirsizliğin gölgesinde.
“Biliyor musun?” diye söze başlıyor, “Haarlem’i çok gezdim ama pek sevemedim. Yağmuru, soğuğu bitmiyor bu ülkenin. Bizim oralar bu kadar yeşil değil ama havası güzel.”
Afrin’de savaşın acımasız yüzünü görmüş. Kentte Türkiye destekli cihatçı örgütlerin işgaliyle binlerce ağaç söküldü, ormanlar yakıldı, yeşil alanlar yok edildi. Orada yaşayanlar her şeylerini geride bırakıp başka şehirlere, ülkelere göç ettiler. Şimdilerde Halep, Afrin, Tel Rifat, Minbiç yine benzer korkular içerisinde.
Şîyar’ın yolculuğu Afrin’den Azez’e, oradan Kilis’e ve İstanbul’a kadar uzanmış. İstanbul'da iki hafta kaldığını, ara sıra dışarı çıktığını ama pek gezinmediğini anlatıyor. Yurtdışına çıkacağı günü beklerken, sonunda Edirne'ye doğru yola çıkıyor. Atina'ya varınca kendisine sahte evraklar hazırlanıyor ve bu evraklarla Hollanda'ya ulaşabiliyor.
Hollanda’ya geldiğinde, ilk olarak Groningen’in Ter Apel kasabasındaki iltica kabul merkezine başvurmuş. Burada tıbbi kontrollerden geçirilmiş ve kayıt işlemleri tamamlanmış. İlk günlerinde yaşlı bir Hollandalı kadının yanında kalmış. İlk günlerin zorluğunu anlatıyor:
“Yaşlı kadınla aramızda Google çeviri vardı. Sürekli bağırıyordu. Sabahları kuru bir ekmeğin üzerine sürdüğü bir parça çikolatayla bizi kapı dışarı ederdi: ‘Hadi bunu yiyin ve çıkın, akşama gelirsiniz.’ Akşam döndüğümüzde önümüze konulan yemeği sessizce yer, sonra odalarımıza gönderilirdik. Beş çocuktuk orada. Tahtaların üzerinde uyurduk.”
Şimdi Afrinli bir kadının evinde, daha iyi koşullarda yaşıyor. Altı ay önce oturum izni almış, ailesini yanına getirmek için uğraşıyor. Dil okuluna gidiyor, Hollandalı arkadaşlar ediniyor, futbol oynuyor. En büyük hayali ailesiyle birlikte yeni bir evde yaşamak ve bir gün profesyonel futbolcu olmak.
Serhad'ın ‘Üç Deneme’si
Bir hafta sonra Serhad’la buluşmak için Hoorn’a gidiyorum. Hollanda’nın kuzey kıyısındaki bu küçük kent, 17. yüzyılda denizcilik mirasıyla öne çıkmış. Bugün sakin bir liman şehri. Marina kenarındaki bir bankta oturuyoruz. Ufukta balıkçı tekneleri süzülüyor.
On dört yaşındaki Serhad Rojava’nın Kamışlo kentinden. Ama orayı hiç görmemiş. Şam’da doğmuş, iki yaşında Süleymaniye’ye, dört yaşında ise İstanbul’a taşınmışlar. İstanbul’daki günleri kolay geçmemiş:
“Kürt-Arap ayrımı yapmadan 'Suriyeli' diye bizi aşağılıyorlardı. Sınıftaki tek Kürt öğrenciydim, derslerim çok kötüydü. Öğretmen bir şey anlattığında el kaldırırdık ama bize söz hakkı vermiyordu, Türk öğrencileri seçiyordu.”
Babası kağıt toplayıcılığı yapıyor şu an ve Serhad da babasıyla birlikte çalışıyormuş.
Hollanda'ya ulaşma çabası üç aşamada gerçekleşmiş. İlk denemesinde İzmir'de botlara varmak üzereyken yakalanmış. İkinci denemesinde daha da zorlu bir süreç yaşamış. Bu başarısız girişimin ardından otuz gün boyunca gözetim altında tutulmuş.
Üçüncü ve son denemesinde anneannesi ve kuzeniyle birlikte yola çıkmış. Yunan kıyılarına yaklaşırken gemiler tarafından engellenmiş:
“Botlardaki birçok çantayı denize atmak zorunda kaldık. Karaya yakındık, az bir mesafe kala yüzerek kıyıya ulaştık ve tepeye doğru koşmaya başladık. Dikenlere tutunarak tepelere tırmandık. Avuçlarımızdaki kana aldırış etmedik.”
Atina'daki kampta yüz gün kaldıktan sonra, sahte evraklarla önce İtalya'ya, oradan da Belçika üzerinden Hollanda'ya ulaşmış. İşlemlerinin ardından Kürt bir ailenin yanına verilmiş, fakat ona kötü davranılmış:
“Tüm işleri bana yaptırıyorlardı, internet kullanmama pek izin vermiyorlardı. En fazla beş dakika banyo yapmama izin veriyorlardı. Bu süreyi aştığımda beni tehdit ediyorlardı. Boğazımı sıktılar, dövdüler. Onları polise ihbar ettim, polis eve geldi ama hiçbir şey yapmadı.”
Kısa bir süre sonra, kendisiyle ilgilenen kurumla iletişime geçmiş ve şu an başka bir Kürt ailenin yanında. Bu aileden duyduğu memnuniyeti dile getiriyor:
“Şimdi iyiyim, mutluyum burada. Dil okuluna gidiyorum. Elektrik mühendisi olmak istiyorum. Okulda arkadaşlarım var. Henüz oturumum yok.”
Orta Çağ’dan kalan kiliselerin gölgesinde kurulan bu yeni yaşamlar, çokkültürlülüğün mümkün olduğunu gösteriyor. Şîyar ve Serhad, hayatlarını yeniden kurmaya çalışırken dil öğreniyor, hayal kuruyor ve geleceklerini inşa ediyorlar. Ancak Avrupa genelinde yükselen faşist dalga ciddi bir tehdit oluşturuyor. Hollanda'da Geert Wilders'ın liderliğindeki Özgürlük Partisi (PVV), seçimlerde göçmen karşıtı söylemlerle ciddi bir taban kazandı. Wilders'ın "Hollanda, Hollandalılarındır" gibi popülist ifadeleri, yalnızca mültecileri değil, genel olarak çokkültürlülüğü hedef alıyor.
(AÖ/HA)