İktidarda olduğu gibi hiyerarşinin de ilkel formları örgütlü ilk insan topluluklarına kadar uzar. Ama sınıflaşmayla birlikte hiyerarşi kurumlaşır, asalaklaşır ve toplumların sırtında hastalıklı bir ur haline gelir.
Kurumlaşma, tanrılar ve tanrıçaların yaşadığı gök dünyasının inşa edilmesiyle ete kemiğe bürünür. Panteonda tanrılar ve tanrıçaların yerleri belliydi. Ölçü, güç ve kudret idi. Zira gök dünyasında, gücün büyüğünü elinde bulunduran baş tanrının yanı sıra, görece güçlü tanrılar ve tanrıçalar da vardı.
Hatta zayıf, pejmürde ve hastalıklısı da vardı ki, Sümer panteonunda bunlar güçlü tanrıların hizmetini yapar, tabak çanaklarını yıkardı. Şayet akıllarına insan yaratmak gibi bir düşünce gelmemiş olsa, o zayıf tanrılar hala tabak – çanak yıkıyor olacaklardı.
Ama ne zaman ki insan yaratıldı, zayıf tanrılar rahata erdi. Yine de panteonun alt kademelerindeki yerlerini koruyor ve üst kademedekilere tabiydiler ama en azından ayak işlerinden kurtulmuşlardı. O hizmeti insanlar verecekti artık.
Dinler, panteonları yıktı ama farklı karakterlerde de olsa hiyerarşiyi korudu ve daha da kurumlaştırdı. Ki, hiyerarşinin kelime kökeni kilise yönetiminden geliyor. En tepede, tüm kudreti elinde bulunduran Tanrı vardı.
Onun altında önemli sorumlulukları – aynı zamanda gücü – ellerinde bulunduran dört büyük melek vardı ve onların altında da başka melekler gelirdi.
Gökkubbe bile hiyerarşi sütunlarıyla ayakta kalırken, yeryüzü hiç hiyerarşisiz kalabilir miydi? Kalmazdı, kalamazdı. Yeryüzü, kendine gökyüzünü örnek almalıydı. Tıpkı gökyüzündeki gibi güç ve mevkilere göre bir hiyerarşi olmalı ve alttakiler üsttekilere tabi olmalıydılar.
Tanrılar, tanrıçalar ve melekler bile eşit değilken insanlar nasıl eşit olabilirdi ki? Herkesin bir yeri ve mevkii olmalıydı ve herkes yerine mevkiine göre hareket etmeliydi.
Aksi durumda ceza kaçınılmazdı. Baştanrının sözünü dinlemeyen tanrılar ve tanrıçalar ya da Tanrı’nın sözünü dinlemeyen melekler bile cezalandırılabilinirken insanlar hay hay cezalandırılabilinirdi.
İnsan bedeni bile hiyerarşi algısını pekiştirme materyali yapılmıştır. Bundan daha etkili bir model olamazdı. Hem “insan insanın kurdu” değil miydi?
Bu model üzerinden Hindistan ‘da öyle bir sistem kuruldu ki etkileri günümüzde bile devam ediyor. Bu sistemde brahmanlar (din adamları) kafayı, kşatriyalar (savaşçılar) kolları, Vaysiyalar (tüccarlar) bacakları ve südralar (hizmetçiler) ayakları temsil ediyordu.
Paryalar ise, hizmetçiliğe bile layık görülmeyen kast dışı, kirli ve tanrıların hor gördüğü kesimdi. Şema böyle çizilmişti. Südralar da paryalar da kaderlerine razı olmalıydılar. Hem bir umutları da vardı; iyi çalışıp ibadet ettikleri takdirde, öldükten sonra bacak, kol ve hatta kafa olarak dünyaya gelme şansları vardı.
Platon da bu modelin cazibesinden kurtulamadı. İnsanı baş, göğüs ve karın olarak üçe ayıran Platon, başı akıl ile, göğsü istem ile, karnı ise haz ve arzu ile sembolize eder ve hayalindeki devlet şemasını vücudun ismi geçen bölümlerine göre organize eder.
Vücudun başı devlet yöneticilerini, göğsü devlet bekçileri ya da askerlerini, karnı ise tüccarları, işçileri ve köylüleri sembolize eder.
Thomas Hobes’un Laviathan’ında da yine bu modele rastlıyoruz. Hobes‘un tasarladığı iddia edilen kitabın orijinal kapağındaki çizime uzaktan bakıldığında Kralın dünya üzerindeki dev bedeni görülüyor, ama yakınlaştıkça kralın gövdesinin ve kollarının yüzlerce yurttaşın küçük bedeninden meydana geldiği fark ediliyormuş.
Burada hükümdarın bedeni toplumsal bedenin bütünüdür. Beden, toplumsal işlevler arasındaki ayrımları da pekiştiriyor. Sadece tek bir baş vardır ve uzuvlar iç organlar onun emirlerine ve kararlarına uymak zorundadır.
İnsan biçimli ya da insanı model alan sosyal–siyasal şemalar, hiyerarşiyi mantığa büründürme ve meşrulaştırmaya hizmet ederler.
Doğru ya, insan yaradılışında bile baş, kol ve ayaklar olduğuna, tüm uzuvlar ayrı görevlerle görevlendirildiğine ve bir merkezi komuta tarafından yönlendirildiğine göre sosyal ve siyasal beden de bundan farksız olmalıydı.
İnsan bedenini model alan sosyal ve siyasal sistemler piramidaldirler. Piramidal sistemler otoriter, iktidarın yukarıdan aşağıya doğru şekillendiği, Hanna Arendt'in deyimiyle “Bütün yönetim biçimleri arasında en az eşitlikçi olan” yönetim biçimleridirler.
Bu bağlamda F. Capra‘nın, sembol olarak ağacı seçmesi anlamlıdır. Zira ağaç, gıdasını hem köklerinden hem de yapraklarından alır. Yapraklar asalakça yaşamaz; güneşten aldıkları enerjiyi dallara, gövdeye ve köklere kadar ulaştırarak tıpkı kökler gibi ağacı yaşatmaya çalışırlar.
Ve, yaprakların tepedeki saltanatları ilelebet sürmez; yıldan yıla değişir ve yenilenirler. Kökler ise baki kalır.
Hiyerarşisiz bir toplum için şayet bir sembol aranacaksa, en uygunu ağaçtır. Ağaç, piramidin alternatifidir.
Çünkü;
* piramit eşitsizliği temsil ederken, ağaç eşitliği,
* piramit, kişi, grup ya da zümre yönetimini temsil ederken, ağaç birlikte yönetmeyi,
* piramit otorite ve baskıyı temsil ederken, ağaç demokrasi ve özgürlüğü temsil eder. (AB/APK/KU)
* Piramit, firavun mezarlarını da çağrıştırdığından ölümü temsil ederken, ağaç yaşamı temsil eder. (AB/APK/KU)