Size hikâyeyi bir başka edebiyatçı ve bir başka yazar üzerinden değil bizatihi kendi üzerimden yazmayı deneyeceğim. "Minör" ve "majör" gibi kavramsal ifadelere de çok saplanmadan...
Bundan neredeyse 50 yıl kadar önce çok eski ve kadim bir şehir olan Dîyarbekir'in en az kendisi kadar eski sayılabilecek bir mahallesinde dünyaya gelmişim. Bir ala u vala ve adaklar ile gelmişim bu tuhaf dünyaya.
Ben dünyaya gelmeden, hatta ana rahmine düşmeden, hatta ve hatta ondan çok ama çok evvelinde adına "Kürt" denilen halkımın, kendi dilini gündelik hayatta kullanmasından kaynaklı çokça acılar çektiği ve bedeller ödediği bugün artık bir vakıa!
İşte o ruh hali içinde benim kuşağım 1960'lı yıllarda ilk mektebe başladığımızda özellikle şehir merkezlerinde özel olarak da Dîyarbekir'de hayata başlayanları kastediyorum, anamızın Kürtçe olan dilinin tersine Türkçe ile başladık hayata. Ailem kesin olarak biz çocukların yanında Kürtçe konuşmazdı. Arada bir, ya hiç, ya da yeterince Türkçe bilmeyen bir konuk, ya da aileden biri evimize geldiğinde, ya bizlerin duyamayacağı kadar kısık sesle, ya da ayrı bir odada Kürtçe konuşurlardı. Bunun birkaç nedeni vardı. Yıllar sonra İletişim Yayınları arasında yayınlanan kitaplarımdan biri "Diyarbakır Diyarım Yitirmişem Yanarım" için yaptığım bir sözlü tarih çalışmasında dillenmişti, konuşanlar biri anamın sözleri manidardı: "Oğul biz diyorduk ki; çocuklarımız İstanbul Türkçesi öğrensin".
Evet, ebeveynlerimiz için, ilerde çocuklarının hiçbir "işine yaramayacak!" ve daha çok da "Dağlı Kürtlerin" konuştuğu işe yaramaz bir dildi "Kürtçe". Ve dahi cumhuriyetle birlikte her daim başlarına bela getirmişti o "dağ dili". Sürgünler, acılar, kıyımlar ve en hafifinden konuşulduğunda kelime başına para cezası kesilen ve anında tahsil edilen bir cezai yaptırıma denk düşen bir belalı dildi işte sonuçta Kürtçe. Bebelerin ne işine yarayacaktı ki! Tertemiz İstanbul Türkçesi hazır orta yerde duruyor ve devlet de ısrarla öğretiyor, okullarında da "Ne mutlu Türküm Diyene" yi hergün namaz farzı gibi dedirtiyorken...
Bir de "İsyancı Kürtlerin" dili zaten başa bela değil miydi? Şeyh Saîd Efendi bile askeri, "tüfengi" ile baş edememişti bu Türk'ün düzeniyle, üç beş genç mi baş edecekti! İyisi mi çocuklar Türkçe öğrenip Türkçe düşünmeliydiler...
İtiraf ediyorum; yaz tatillerinde nenemle birlikte Diyarbakır'ın köylerindeki nenemin akrabalarının yanına gittiğim(iz)de bilmediğim ve birkaç kırık dökük kelimeyle bocaladığım Kürtçemden dolayı çokça küçülmüş, ezilmiş ve alaya uğramıştım. Sonra Ankara'da Mülkiye öğrencisi iken anamın dilini öğrenmeye gayret etmiş, geç kalmış Kürtlük bilincimi Türkün başkentinde kafama vura vura öğrenmiştim.
Yıllar sonra yazar olduğumda mensubu olmadığım halde dilini en az "onlar" kadar iyi konuşup iyi yazdığım bir dilde, yani Türkçede kalem oynatırken karşıma bu kez Kürt okurlardan soru olarak çıkacaktı; sahi "Kürt olduğum halde neden Kürtçe yazmıyordum?" ki!
Neyi, kime anlatacaktım! Politik olarak muhatap olduğum soruya, koca bir yarım asrın bendeki izdüşümünün açmazlarına ve ruhumda yarattığı kırılganlıklara ve fırtınalara cevap olabilecek söz var mıydı ki dağarcığımda!
Evet, Kürt'tüm!
Evet, kitapları yayınlanmış hem de basbayağı sıkı yayınevlerinde kitapları yayınlanmış, yayınlanan bir yazardım!
Evet, ülkede ve yurt dışında birçok etkinliğe davet ediliyor, sözümü dudaktan sakınmıyordum!
Ama sonuç da zerre kadar kıymeti yoktu ki bunların!
Kendi anadilimde değil, bir başka halkın dilinde yazıyordum. Yazarlığımın o Kürtçe okurlar nezdinde ne anlamı vardı ki! Çünkü sonuç da Türkçe yazıyordum. Kürtçe okumak isteyenler için ne yazdığım değil, hangi dilde yazdığım önemliydi.
İşte sanırım bugünkü durumda ruh halimi yansıtan en çarpıcı hali pür melal...
Bunu farklı şekillerde yine İletişim Yayınları arasında 2002'de yayınlanan ve şimdiye dek altı baskı yapan "Sırrını Surlarına Fısıldayan Şehir, Diyarbakır" kitabımın birkaç yıl evvel Diyarbakır'daki Lis Yayınevince Kürtçeye çevir(t)ilip yayınlanması sırasında da yaşamıştım.
Ben bir Kür'tüm, ama kitabım Türkçe yazılmış ve yayınlanmıştı. Ama aynı kitabım sanki bir başka yabancı dile çevrilmiş gibi yine bir Kürt tarafından benim ana dilim Kürtçeye çevrilmiş yayınlanıp basılmış ve elime tutuşturulmuştu.
Doğrusu gözlerim dolmuş ve gücüme gitmişti.
Şimdi ben bu ülkenin politikasının harcını karanlara, karar mercilerine ne demeliydim. Yarattığınız gariplikle "onur duyun" mu demeliydim, yoksa "kalıbınızdan utanın" mı demeliydim. Hoş bunları deseydim, ne değişecekti ki!
Ben şimdi bütün bu tuhaf ruh hali içinde, buruk bir yazar olarak, Türkçe yazmakla birlikte; aidiyet anlamında kendini Türkçe edebiyata ve yazın dünyasına ait hissetmeyen, ama Kürtçe de yazamayan bir garip Kürt olarak görüyorum. Bu durum sahici bir travma halidir. Belki de siyaseten beni ve benzerlerimi zaman zaman rijit kılan, tam da bu ruh halidir.
İşte ben sizlere kısa bir metin çerçevesinde, majör metinlerin içinde minör olarak nerede durduğumu dilim döndüğü ve Türkçem elverdiğince anlatmaya çabaladım. Siz isterseniz majör çapınızla kendinizi bir Kürdün sivri uçlu kaleminin yerine koyup biraz hallice de "Kürtleşmeyi" deneyerek empati yapın ve düşünün bakalım, ne çıkacak.
Gerçekten cevabınız, cevabım olacaktır emin olun. Ama ben yine de cevabınızı merak ediyorum, bekleyeceğim...
Çünkü bugün 14 Nisan. Bundan 22 sene evvel Irak Kürdistan'ında Saddam "Enfal Katliamını" gerçekleştirdi. 200 bin dolayında Kürdü, çocuk, kadın demeden kimilerini diri diri toprağa gömerek katletti.
Ve bundan bir sene evvel, yine bir 14 Nisan günü 2009'da Kürt seçilmişleri, belediye başkanları, sivil toplum temsilcileri ve aydınlar Diyarbakır ve diğer şehirlerde içeri atıldı. Sonra beş operasyon daha yapıldı. 1500 dolayında ve içlerinde yazarlar da var. Hâla içerdeler ve savcı iddianamelerini bile hazırlamadı henüz.
Ve şimdi ben bir Kürt olarak bu dramın nesini ve hangi dilde yazayım ki! Size, evet evet size soruyorum ey Majör ve Minör edebiyatçılar... (ŞD/EÜ)
___________________________________________________________________
*Bu metin Ankara'da yayınlanan Lacivert Dergisinin Mayıs-Haziran 2010 tarihli 33. Sayısında Minör Edebiyat Dosyası ve 75. sayfada talepleri üzerine hazırlanıp yayınlanmıştı. KCK Operasyonu kapsamında tutuklanan siyasetçi ve sivil toplumcuların duruşmasının 18 Ekim'de gerçekleşeceğini öğrendim. Malumu aliniz, PKK'de 15 Ağustos itibariyle "sivil" çağrı ve taleplere icabet ederek bir fırsat daha yaratarak 20 Eylül'e kadar "Geçici Ateşkes ve Eylemsizlik" kararı verdi. Bu yazı ışığında bir kez daha Kürtlerin cumhuriyet boyunca yaşadıkları acılara binaen Barışa bir fırsat diliyorum.