* Ermenice kursu toplu sınıf fotoğrafı - 10 Aralık 2009, Belmont, Massachusetts
Kimisi iş için, kimisi gezmek için, kimisi de "kız tavlamak" için yeni bir dil öğrenmeye yeltenir. Ben ise "hissetmek" için gitmişim Ermenice kursuna.
Tarih: Eylül 2009. Yer: Boston. Barış Çalışmaları üzerine yüksek lisans yapıyorum. Dünyanın dört bir yanından gelen sınıf arkadaşlarım kendi ülkelerindeki çatışmalar üzerine çalışıyor bir ders için. Ben de harıl harıl "Ermeni Sorunu" konusunda hazırlanıyorum. Zamanımız kısıtlı ve yazmamız gereken uzun bir dönem ödevi var.
Uzlaşma teorilerini derslerde okuyorum, Ermeni sorunun nasıl başladığı ve soykırım üzerine araştırmaları yakından takip ediyorum. Ama bir şeyler eksik hala. İçimden bir ses dürtüyor beni.
O aralar karşıma çıkıyor NAASR aniden. Yani uzuncasıyla Amerikan Ermeni Çalışmaları ve Araştırmaları Derneği. Yeni başlayanlar için Ermenice kursu açıyorlar sürekli. Bir hafta gecikmeyle güz dönemine yetişiyorum.
Kurs haftada iki kere gerçekleşiyor. Salı ve perşembe günleri. Akşam 6:45 - 8:15 arası. Saatlerin titizliğine bakılırsa kursiyerlerin hepsi benim gibi araştırmacı olmalı diye düşünüyorum. "Türk - Ermeni çatışması" konusunda çalışan hırslı Boston'lular bekliyorum.
Dernek, Belmont muhitinde. Metro yok. Soğuk bir akşam yürüyorum durağa. Harvard Meydanı'ndan otobüs kalkıyor. Tıngır mıngır ilerliyor aracımız. Elbette geç kalıyorum ilk derse. Eyvah, rezil olacağım.
İçeri giriyorum derneğin kapısından. Etrafta kimse yok. Dar bir koridorda ilerliyorum. Duvarlar Ermeni Soykırımı'nı anlatan eski Amerikan gazete sayfaları ve posterle dolu. "İşte şimdi yandım!" diyorum, "Beni fena benzetecekler".
O cümle henüz kafamda bitmeden sınıfa girmişim, haberim yok. Karşımda orta yaşlı bir kadın var. Mavi gözlerinin içi gülüyor. "Merhaba Barış" diyor düzgün bir Türkçe ile, "Ben Anahid, Ermenice kursuna hoşgeldin".
Bir an hayal gördüğümü zannediyorum ama hayır. Çünkü Anahid, 1915'den sağ kurtulup da Osmanlı Coğrafyası'ndan Amerika'ya kaçan bir Ermeni ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş. Tıpkı sınıfın geri kalanı gibi.
İşte böyle başlıyor üç aylık Ermenice kursu maceram.
Parev! İnçbes es? Anahid bize selam vermeyi ve hal hatır sormayı öğretiyor. Onun ardından tekrar ediyoruz, annesinin sözünden çıkmayan küçük çocuk edasıyla.
Sınıf arkadaşlarımın dili dönmüyor. Bir türlü çıkmıyor "ç" sesi, "ş" gibi bir şeye dönüyor. Ders ilerledikçe aynı zorluk "ı" ve "u" seslerinde baş gösteriyor. Ve diğer birçok dilbilgisi konusunda. Türkçe birçok anlamda Ermenice öğrenmemde avantaj sağlıyor bana. Anahid, beni örnek gösteriyor. Ders aralarında pratik yapıyoruz beraber. Ve elbette laflıyoruz.
Her tenefüste yeni bir hikaye duyuyorum. Arkadaşlarımın birçoğunun ailesi Anadolu kökenliymiş. Birçoğunun ailesi Türkçe biliyormuş. Hatta çocuklarından gizli bir şeyler konuşacakları zaman Türkçe'yi kullanan, Türkçe kavga eden ailelerde büyümüşler.
"Ben de biraz Türkçe biliyorum" diyor bir tanesi: "Sus!", "Otur!", "Defol!". Ailesi ona kızdığı zaman hep Türkçe konuşurmuş. Ne diyeceğimi bilemiyorum.
Bazen de onlar bana soruyorlar: "Ermenice'yi nasıl bu kadar iyi telaffuz edebiliyorsun?", "Niye Ermenice öğreniyorsun?", "Hiç Ermeni arkadaşın var mı?"
Sorularını içtenlikle yanıtlıyorum. Ama hep bir şey eksik kalıyor yine. Birçoğunun bakışından seziyorum. Aslında sormak istedikleri şey açık. Ama teneffüs araları sohbeti o kadar derinleştirmeye yetmiyor. Ne onlar tam olarak istediklerini anlatıyorlar, ne de ben cesaret edip lafı oraya getiriyorum.
Bu şekilde üç aylık kursun son günlerine geliyoruz. Son derslerden birinde Anahid, Ermenice isimler kullanarak cümle kurmamızı söylüyor. Bildiğim isimleri sıralıyorum ardı ardına: Hrant, Rakel, Sevan, Nora, Sayat...
"Barış, nereden buluyorsun bu eski moda isimleri?" diye soruyor Anahid.
Bunun üzerine "Bolis"ten bahsettim onlara. 19 Ocak'ta ne olduğunu anlattım. Hrant'ın isminin Türkiye'de hiç de eski moda olmadığını, vicdan sahibi birçok insanın "Hepimiz Hrant'ız" diye sokaklara çıktığını ve geçmişle yüzleşmeye başladığını anlattım dilimin döndüğü kadar.
Herkesin gözü üzerimdeydi, "bu sefer konuşacak" gibi bakıyorlardı bana.
Ama bu kadar. Onlara ne soykırımı tanıdığımı, ne de onların acılarını paylaştığımı söyleyebildim. Oysa ki, mantık çerçevesinde baktığımda 1915'te Ermenilerin başına gelenin ne olduğunun çok iyi farkındaydım. Uzlaşma teorilerini okuyan genç bir yüksek lisans öğrencisi olarak böyle bir durumda mağdur olan tarafa nasıl davranılması ve neler söylenmesi gerektiğini de çok iyi biliyordum.
Söyleyemedim. Çünkü bir anda içimi öyle bir suçluluk duygusu sardı ki, dilim tutuldu. Hayatımda ilk defa gerçek anlamda Ermeniler konusuda bir Türk olarak kendimi kötü hissettim. Rahatsızlığım mantıksal değildi. İliklerime kadar "hissettiğim" bir şeydi.
Kurs bitti. Dersi iyi bir notla geçtim ve uzun bir süre Ermeniler üzerine çalışmadım. Şimdi bakıyorum da, bu "şok" bazı şeyleri kabul edebilmek için gerekliymiş. (BM/HK)