Paul Tibbets öldü. Bu isim size tanıdık gelmeyebilir belki. Ama emin olun, onbinlerce ölmüş ya da hala hayatta olan Japon için bu isim çok şey ifade ediyor.
Tam adı Paul Warfield Tibbets olan bu emekli Amerikan generali, ilk atom bombasını atan uçağın pilotuydu. Kendi annesinin ismi olan Enola Gay adını taşıyan uçaktan atılan bomba sonucunda yaklaşıkk 140 bin Hiroşima’li Japon gözlerini hayata kapadı. Bu sayı, ilerleyen zamanda daha da arttı. Bugün dahi yeni doğan bebeklerde bombanın acı sonuçlarının etkisi görülebiliyor.
Tibbets hiç pişman olmadı
Tibbets yaptığı işten dolayı hiçbir zaman pişmanlik duymadı. Kendisiyle yapılan röportajlarda, geceleri kafasını yastığa koyup rahatça uyuduğunu her fırsatta dile getirmekten çekinmedi. Bombadan otuz yıl sonra, yine bir röportajında, Tibbets, kendisinin planlayıp gerçekleştirdigi operasyondan dolayı gurur duyduğunu ve aynı koşullar altında, yine aynı şeyi yapacağını açıkça söylüyordu. Her ne kadar Tibbets dahil ABD'li asker ve politikacılar, bombanın savaş uzamasın diye atıldığını iddia etmiş olsalar da, savaş aslında çoktan kazanılmıştı ve bomba, bu sıcak savaştan sonra başlayacak olan Soguk Savaş düşünülerek atılmıştı.
Bu ABD subayı, 6 Agustos 1945’te, bombayı Hiroşima üzerine bırakırken, bu işi vatanseverlik adına yapıyordu ve bunu yıllar sonra da dile getirecekti. Vatanı için yaşlısı ve genciyle, onbinlerce sivili öldürmekten çekinmemişti. En ufak bir rahatsızlık duymamıştı. Öldürülenler ne de olsa, ötekilerdi. Başkalarıydı.
Vatansever ne demek?
Ve o, bir vatansever olarak, vatanını koruyordu.
Vatansever… Acaba bu sözcüğün anlamını sorsaydik ne söylerdi Tibbets bize? Onu vatansever yapan neydi? Veya bu vatanseverliğini meşru kılan? Kendine benzeyen ya da benzediğini düşündüğü insanların yaşam hakkını kendinden farklı olanlarin önüne koymak ne kadar meşru ya da gurur duyulması, savunulması gereken bir yaklaşım?
Tibbets, ‘özgür’ ABD halkı için masum onbinlerin canını alırken bunu vatanının bekası için yaptığını düşünüyordu. Halbuki, bu vatan, kara derili insanlarını, ak pak beyazların okullarına gitmekten, onlarla eşit politik haklara sahip olmaktan alıkoyuyordu. Hatta, özgürlük adına, ırkçı bir düşmana karşı verildiği söylenen bu savaşta, beyaz ve siyahların askeri birimlerini bile birbirinden ayırıyordu. Suçu düşman uükenin topraklarında doğmuş ya da orada doğmuş insanların çocukları olmak olan kendi insanlarını toplama kamplarına gondermekten çekinmiyordu. Daha da ilginci ve trajik olanı, bu vatanın, asıl sahiplerini çoktan unutmuş olmasıydı. Toprakların asıl yerlileri, milyonlarcası, vatanın yeni sahipleri tarafından en kibar ifadeyle yok edilmişlerdi.
Vatan, derilerinin rengi farklı olan ya da köprü altlarında yatmak zorunda kalan, en iyi ihtimalle emeklerini beş kuruşa satıp hayatta kalmaya calışan bu milyonlar için güvenilmez ve iki yüzlü bir anaydı. Ve bugün de milyonlarca ABD'li için bu durumun değiştiği söylenemez.
Tibbets, vatanı için savaşıyordu da, düşmanları ne için savaşıyordu? Onların da derdi davası vatandı. Hitler, belki de yüzyılın en büyük ‘vatanseveri’ydi. Düşmanlar tarafından etrafı çevrilmiş olan üstün ırkı ve Alman halkı için ‘doğal’ yaşama alanını emniyet altına almaya calışıyordu. Bu dava için milyonlar önce alanlara sonra da cephelere koştular. Alman ‘Vaterland’i ve kartellerin bekası icin 55 milyon ceset bıraktılar arkalarında.
Mussolini de "vatanı" için katletti
İtalya’da Mussolini, antik Roma’nın gölü Akdeniz’i yeniden Roma’nın hakimiyeti altına almak istiyordu. "Mare nostrum (bizim denizimiz)" diyordu Mussolini ama bu mare nostrum bizim Can Yücel’in bahsettigi Deniz’den oldukca farklıydı. Kan istiyordu ufak Benito. O da Italyan vatanı için, vatanseverlik adına, binlerce, onbinlerce Libyalı’yı, Yunanlı’yı, Etiyopyalı’yı katletmekten çekinmedi. Sivil yığınlar, kimyasal bombalarla İtalyan vatanına kurban edildiler.
Vatanseverlik adına yapılan savaşa, kurulan baskıya, artan sömürüye karşı çıkan İtalyanlar, hain ilan edildiler. Bunlar, Almanya’da olduğu gibi, toplama kamplarında ya da kurşuna dizildikleri meydanlarda, Musevi ve Roman kurbanların yanındaki yerlerini almakta gecikmediler. Mussolini ve Hitler’in savaş müttefiği olmasa da, manevi kardeşleri Franco da, İspanyol vatanı ve sermayesi için tehdit olarak gördüğü ‘hain’leri en ağır şekilde cezalandırmaktan çekinmedi. Sokaklarda ve dağlarda öldürülenlerden başka, yaklaşık elli bin İspanyol özgür ve eşitlikçi bir İspanya ve halkların kardeşliğini istedikleri için, Franco’nun kurduğu askeri mahkemeler tarafından ölüm cezasını çarptırıldılar.
Bombanın atıldığı Japonya da, savaşa, yine Japon ülkesini, vatanını savunmak amacıyla girmişti. Japonya, Mançurya ve Çin’in kıyı bölgelerini işgal ettiği, yüzbinlerce Çinli’nin kanını döktüğü, yüzbinden fazla kadını seksi kölesi olarak kullandığı zaman da neden aynıydı : Japon vatanını ve çıkarlarını korumak… Güneş’in oğlu Hirohito, bir vatansever olarak ülkesini bu haksız savaşlara sürüklemekten çekinmemişti. Savaşlar bittikten sonra da, mağrur ve ‘her zaman’ haklı olan bir ulusun başı olarak, işlenen savaş suçlarından dolayı özür dilemeyi ölene kadar reddetti.
Vatanseverler ve vatan hainleri
Tibbets, bombayı bıraktığında, Japonya, teslim olmaya ve bu saçma sapan savaşı bitirmeye biraz daha yaklaşmıştı iki taraf da sözde vatanları için savaşıyorlardı ve tarihin insanlığaa aslında oldukça yeni bir armağanı olan bu kavram için milyonları cephelere gondermiş, milyonların canını almışlardı.
Savaş türdeş milletler arasında, bu milletlerin aralarındaki farklılıklardan ve çelişen çıkar çatışmalarından dolayı dolayı çıkmış gibi görünüyordu. Milyonlar, böyle bir mizansende, ulusun ve vatanın ali çıkarlarını korumak için görevlendirilmiş piyonlar haline geldiler, getirildiler. Sonuçta, ‘büyük’ adamların savaşının bedelini bu ‘küçük’ adamlar ödediler. Almanya, on milyondan fazla insanını bu savaşta kaybetti.
Yirmili ve otuzlu yaşlardakı milyonlarca Alman anavatan (ya da Almanca’da ifade edildiği üzere ‘babavatan’) için canlarını verdiler. Onlar artık yoktu. Ama savaşın en büyük destekçilerinden Krupp, bugün hala var ve dünyanın en büyük çelik şirketlerinden biri. Gestapo’nun finansal aktivitelerini yürüten, Auschwitz kampının yapımı için kredi sağlayan ve işgal edilen ülkelerin bankalarını ele geçirerek inanılmaz bir şekilde büyüyen Deutsche Bank da bugün dunyanın en büyük finansal kuruluslarının başında geliyor. Ama 23 yaşında, Yunanistan işgali sırasında ‘şehit’ düşen Hans’ın torunlarının bugün yüzde 10'u işsiz.
Önce İtalyan sonra da hem İtalyan hem de Alman ordusu için üretim yapan, Mussolini’nin hükümetiyle yakın ilişkileri olan Fiat, bugün hala İtalya’nın en büyük otomotiv şirketi. Avrupa’nın da en büyüklerinden biri. Libya çöllerinde, direnişçilerin kurşunuyla hayatını kaybeden Enrico ise artık yok.
Gerçek, özellikle de, yalanın bininin bir para olduğu savaş ortamında, çok taraflıdır. Vatanseverlik de öyle. Tibbets, bombayı atarken, vatandan, kendi gibi beyaz olan, orta ya da üst sınıf ABD'lilerin yaşadığı bir toprak parçasını vatanseverlikten de bu insanları ve onları çıkarlarını korumayı anlıyordu.
Krupp, Deutsche Bank ve Fiat’in vatanseverligi ise dogrudan onlarin mevcut ve potansiyel kar oranları ve Pazar paylarıyla ilgiliydi.
O zamandan beri vatanseverlik cephesinde pek bir şey değişmemiş gibi görünüyor. Çıkar, hem de oldukça bencilce bir çıkar anlayışı, bugun hem bizim memleketimizde, hem de başka ülkelerde, bu kavramın üzerinde durduğu yegane temeli oluşturuyor gibi görünüyor.
Ve yine, bu çıkar her fırsatta egemenlerin dile getirdiği gibi tüm ‘ulus’unmuş gibi gösteriliyor, fakat sürecin faturası, hem ekonomik hem de politik ve sosyal düzlemde geniş halk kesimlerine çıkarılıyor. İşin acı yanı, bu kesimler de bu faturayı, sorgusuz sualsiz ödemeye hazır, koşar adim doluştuklari meydanlarda bizi her geçen gun biraz daha felakete sürüklüyorlar. (BK/NZ)