Seçim günü de yağmur yağar mı bilmiyorum, hava durumuna bakmak yaşlılık göstergesi olduğu için bakmamaya çalışıyorum, yaşlandığımı düşündüğümden beri. Yağmurun sesini duyarken oy sandığının başında olacaksınız, oyunuza mührü basarken gaz bombaları atılırken çıkan o ürkütücü sesi de duyabilirsiniz belki. Berkin’in gözleri de gözünüzün önüne gelebilir, Ali İsmail’e atılan o son tekmeyi düşünüp ya da yolsuzlukla ilgili ses kayıtlarındaki küfürleri duyunca mührü basan eliniz de titreyebilir, kim bilir… Ama ne olursa olsun, savaş rüzgârlarının estiği, yasaklarla kuşatılmış, dev bir seçim sandığına dönüşmüş bu ülkenin içine giren, biber gazıyla karışık soluduğumuz o tertemiz Gezi havasını unutmamalı hiçbir zaman...
Şanssızlık odur ki, Gezi’den hemen sonra, Başbakan’ın sürekli sandığı işaret etmesinin de neticesiyle seçim atmosferine sokuldu ülke ve yine Başbakan’ın gayretleriyle, zaten son yıllarda başlamış olan kamplaşma eğilimi, uygulanan politikalar ve medya gücüyle en uç noktasına kadar vardırıldı. Yani, her şey aşağı yukarı Başbakan’ın hayal ettiği gibi gelişiyor, eğer sandıktan öyle ya da böyle iktidarının meşruluğunu sarsmayacak bir oy oranı da çıkarırsa, deymeyin keyfine...
Önce en örgütlü ve içeride bulunan bir güç olan Cemaat’in tasfiyesini ya da etkisizleştirilmesini amaçlayan sürece hız verildiğine tanık olacağız muhtemelen, ardından diğer muhalif kesimlerin hizaya sokulmasına... Gezi’yle birlikte geri dönen siyasetin iktidarda ölümcül alerji yaptığını öğrendik artık, bu yüzden muhtemelen sınırlarını kendisinin belirlediği bir karantina bölgesi içine hapsedilmeye çalışılacak siyaset.
Suriye’yle ilgili gizli toplantının deşifre olmasından sonra Davutoğlu’nun “bu bir savaş ilanıdır” sözünü, dışarıya değil, içeriye dönük bir mesaj ve savaş hazırlığı olduğu anlamında yorumlayanlar oldu. Ama Gezi’den bu yana bir savaş ortamında yaşadığımız da ortada. Youtube’u kapatmaya kadar varan anti-demokratik uygulamalar, savaş koşullarında yaşadığımızı gösteriyor. Yerel seçimleri referanduma dönüştüren de iktidarın bu olağanüstü uygulamalardan vazgeçmemesi oldu zaten.
Seçim atmosferi dağılır dağılmaz, iktidar partisi tarafından yaratılan kamplaşmanın önüne geçecek politikalar üreterek, siyasetin partiler ekseninden çıkmasını sağlayacak eylemliliklere yönelmekten, Gezi Ruhu’nun farklılıkları içinde barındıran siyaset dilini geliştirmekten başka bir şansımız yok. İşgal evlerinden çeşitli illerdeki muhalefet cephelerine ya da park forumlarına kadar pek çok güzel gelişmeler de devam ediyor çünkü. Eylemlilik içerisinde ortaya çıkan üretimlerin entelektüel alandaki düşünsel faaliyetlere yeterince yansımaması; biraz da siyasi ortam, gazete, dergi gibi yerlerdeki gelenekçi tutumlarla, küçük iktidar hesaplarıyla ve genel olarak siyaseti ele geçirmiş olan ikiyüzlülükle ilişkiliymiş gibi geliyor bana.
Bu ikiyüzlülük meselesini, Trier’in Türkiye’de yasaklanan “Nemfomanyak” filminin ikinci bölümünü izledikten sonra daha da bir dert edinir oldum. Charlotte Gainsbourg’ün canlandırdığı Joe ile Stellan Skarsgård’ın canlandırdığı Seligman’ın filmin sonlarında yaptıkları konuşma, filmin derdine dair de en somut siyasi tespiti barındırıyordu içinde. Şöyle diyordu Joe: “Toplum da içinde yer alan insanlar kadar korkaktır ve bu insanlar da demokrasi için fazlasıyla aptaldır. İnsanların hayatına hipokrasi hâkimdir.” Hipokrasi, yani ikiyüzlülük… Bu sert sözleri, yaşadığı deneyimleri tahlil ederek söylemişti Joe.
İkiyüzlülüğün, özellikle cinsellik gibi alanlardan başlayıp kendimizle kurduğumuz ilişkiyi temellendiren etkisinden bahsediyordu sanki Joe. Yayınlanan tape’leri anımsadım Joe’yu dinlerken, bir Müslüman nasıl böyle yapar diye tepki gösteren parti liderlerinin sözlerini. Benzer suçlamaları solcuların da birbirleri için söylediklerine tanık oluyordum sık sık, liberal ya da ulusalcıysa, kendisine solcuyum diyen birinin nasıl olup da kapitalist, milliyetçi ya da devletçi olduğuna dair şaşkınlıklardaki gibi. O kişiler, elbette kendilerini ikiyüzlü olarak görmüyorlar, daha çok siyasi bir tercih olarak değerlendiriyorlar durumlarını, ama bulundukları yer, önkabullerden oluşan bir kimlikle sınırlı aslında, müslüman olmak gibi bir şey onun için ulusalcı ya da liberal solcu olmak. Refleksleri de ona göre şekilleniyor ister istemez. Rüşvet alan, fuhuş yapan Müslümanların da Allah’a inanmak ya da inanmamak gibi bir dertleri olduğunu sanmıyorum. Çok daha derin bir yerde gizli çünkü bu ikiyüzlülük, söylediği ya da yaptığı şeyle ilişkisi çok daha derinlerde…
Nemfomanyak bir kadın olarak Joe’nun, insandaki ikiyüzlüğü işaret ederken yaptığı tespitin altında yatan şey “korku”ydu. İnsanlar gibi toplumların da korktuğunu söylüyordu ki, bu meselenin Trier’in başına sık sık gelen linç girişimleriyle alakasını kurabiliriz. Yani korkuyor olmanın ikiyüzlülüğe insanları zorladığını söylemek istiyordu sanki Joe, kısık bir sesle, hiç tanımadığı bir adama hayat hikâyesini anlatırken. Çünkü sistem ya da Joe’nun tabiriyle korkan toplumun içinde tekbaşımızayız, tekbaşına olduğumuz sürece de yapmak istemediğimiz pek çok şeyi yapmak zorunda kalıyoruz, hayatta kalmak uğruna, korkuyla...
İşten çıkarılmaktan çeşitli hastalıklara kadar binlerce, milyonlarca korkuyla birlikte yaşıyoruz bu sistemin içerisinde. Doğal olan korkulardan farklı olarak üretilen yapay ve ideolojik korkuların yabancılaştırıcı etkisi, özellikle kendimize karşı ikiyüzlülüğü kökleştirip derinleştiriyor. Gezi’de insanların o tekbaşınalık duygusunu aşmanın verdiği ruh hâliyle, gündelik hayat içinde metrobüse binerken yaşanılan ruh hâlini karşılaştırınca daha iyi anlaşılabilir bu korku ve yabancılaşmanın varlığı... Bir tarafta birbirine kibar davranan, yardımcı olan insanlar varken, diğer tarafta metrobüste oturacak yer kapmak için birbirini itip kakan, kavga edenler... Seçim atmosferi, daha çok metrobüse binmeye çalışan insanların, yani temsil demokrasinin bir manzarasıyken, Gezi’deki de katılımcı demokrasinin...
Bugünlerde Metis Yayınevi ve Express dergisinin işbirliğiyle yayımlanan, içinde kullanılan görseller ve grafik tasarımıyla son derece hareketli bir kitap olan “Mim Savaşları –Neoklasik İktisadın Yaratıcı İmhası” ile daha önce yayımlanan Franco “Bifo” Berardi’nin “Ruh İşbaşında” adlı kitapları, yaşanılan bu ikiyüzlülük hâlinin neoliberal politikalar ve ekonomiyle ilişkisini ayrıntılı bir biçimde gözler önüne seriyor. Bir de buna geleneksel ahlakın ikiyüzlülüğünü eklersek, durum iyice karmaşıklaşıyor. Sermayenin dolaşım hızı, tüketim toplumunun neticesi olan kitle kültürünün dinamikleri, insanların kendi varoluşlarıyla mücadele etmesini epeyce zora sokarak yüzeyselliğe ve yalnızlığa iterken, bir yandan da muhafazakârlığın ve bir hapis olarak tasarlanmış kimliklerin de içine itiyor ve Joe’nun eleştirdiği ikiyüzlülük, çürüten etkisiyle yaşamımızı içeriden kuşatmaya başlıyor.
Seçim günü yağmur yağacak mı bilmiyorum. Ama bildiğim şey, hipokrasiden demokrasiye geçmemizi sağlayacak olan şeyin şu ya da bu partinin kazanmasından çok, yapay korkular üreten bu sistemde nefes almamızı sağlayacak olan yaşam alanları olduğu ve o alanları yaratacak olan şeyin de temsil demokrasisiyle değil, katılımcı demokrasiyle mümkün olacağı... Yani Gezi’yle...
Her ne kadar referandum havasına bürünmüş bu seçimlerin sonucu önemli olsa da, korkularını yenmiş bir toplum olarak ikiyüzlülüklerden sıyrılmamız için daha fazlasına ihtiyacımız var; sahici insanlar olarak bizi çürüten dertlerle uğraşmak yerine, güzel meselelerle uğraşacağımız günlerin hayalini kuracağımız siyasete... (BU/ÇT)
* Haber fotoğrafı: Bülent Özalp