Dünyanın popülist liderlerinden Hindistan başbakanı Narendra Modi ülkesi hakkında parlak bir imaj sergilemeye çalışsa da, geniş coğrafyada çoktan kronikleşmiş problemlerin birçoğu derinleşme yolunda. Ayrıca son seçim kampanyası sırasındaki 100’den fazla konuşmasında ülkenin azınlıklarını ve bilhassa Müslümanlarını hedef alan ifadeleri, ayrımcılığı ve düşmanlığı körüklemekten çekinmediğinin de ispatı.
Ya 2022 yılı verilerine istinaden günde ortalama 86 kadının tecavüze uğramış olmasına ne demeli?
Daha geçenlerde devlet hastanesinde tecavüze uğradıktan sonra öldürülmüş olan kadın stajyer doktor için on binlerce kadının sokaklara çıkmış olması ülkede kadınlara reva görülen muamelede değişime yol açabilecek mi?
Karanlıkta yürümek (Marching in the dark) adlı belgesel, uzun yıllardan beri içinden çıkılmaz durumlarından ötürü intihar etmiş olan çiftçilerin dertleriyle baş başa kalan eşlerine eğiliyor.
Santoş (Santosh) adlı film ise kocasının yerine polis olmak zorunda kalmış bir kadının bakış açısından polis teşkilatının çürümüşlüğünü, olağanmış gibi uygulanan işkence pratiklerini, teşkilatın imajını kurtarmak için rahatça cinayet işlenmesini gözümüze sokuyor.
Trans Keşmir (Trans Kashmir) adlı belgesel de ülkenin kanayan yaralarından LGBT toplumuna yönelik muameleleri afişe ederken Müslüman çoğunluğa sahip Keşmir bölgesinde geleneksel olarak kabul görmüş mevzubahis bireylerin günümüzde kaderlerine terk ediliş sürecine seyirciyi dahil ediyor.
Hindistanlı felsefeci, konuşmacı, yazar ve ruhani kişilik Jiddu Krishnamurti hakkındaki Krishnamurti, sessizliğin devrimi (Krishnamurti, La révolution du silence/Krishnamurti the revolution of silence) adlı belgesel ise mevzubahis coğrafyanın dünyaya kazandırdığı çok değerli bir insanı odağına aldığından yukarıdaki filmlerin kasvetli atmosferinden sıyrılmanızı sağlayabilir.
Karanlıkta yürümek
Hindistan’ın kırsal kesiminde, geleneksel tarımın yerine empoze edilmiş günümüzün agresif düzeni 400.000’den fazla çiftçinin intiharına yol açmış durumda. Tarım için gerekli malzemeye ancak bankalardan kredi çekerek veya borçlanarak sahip olabilen çiftçiler altından kalkamadıkları yükler yüzünden kendilerini hayata veda etmek zorunda hissediyorlar. Kimi kendini asıyor, kimi yakıyor, kimi ise borcunda büyük pay oluşturan tarım ilacını yutarak zehirlenmek suretiyle intihar ediyor.
Geriye kalan eşleri yalnız o borçlarla değil, geçindirmek zorunda oldukları yuvaları ve büyütmekle mükellef oldukları çocuklarıyla baş başa kalıyor. Ataerkil toplumda kadın ve bilhassa dul olmak işleri iyice zorlaştırdığı gibi aracıların ürün fiyatlarını yükselteceğine mütemadiyen düşürmesi zaten üreticileri içinden çıkılmaz bir vaziyete sürüklüyor.
Yönetmenliğini KinshukSurjan’ın üstlendiği 2024 yılı Belçika-Hollanda-Hindistan ortak yapımı Karanlıkta yürümek (Marching in the dark) adlı 110 dakikalık belgeselin kadın kahramanı Sanjivani Bhure güçlü duruşuylaseyirciyi hayran bırakıyor.
Muhtelif çiftçilik faaliyetleri dışında, dahil olduğu destek grubundaki gayet aktif üyeliği, akrabalarından ve komşularından gizlice eğitimine devam etmesi, gene pek iyi gözle bakılmayan dikiş kursuna gidip yeni bir meslek edinmesi, ayrıca dispanserde doktor asistanlığı yapması, hayata tutunma gücünü layıkıyla ispatlıyor.
Filmde irdelenen muhtelif mevzular arasında, erkeklerin aksine kadınların intihara pek de meyilli olmaması, evlilik müessesesinin sorgulanacak bir şey olduğu, kadınların yalnız çocukları için değil, kendi istikballeri için de mücadele etmesi gerektiği ön plana çıkıyor.
Belgesel estetiğine azami ihtimam gösterilmiş film Hindistan’ın kırsal kesiminin trajedisine bizi dahil ettiği kadar kadın mücadelesinin gücüne de layıkıyla inandırıyor.
Kazara polis
Hindistan’daki kast sistemini ve Müslüman toplumuna yönelik ırkçılığı da ayrıntılarıyla teşhir eden Santoş (Santosh) adlı film esasen polis teşkilatının korkunçluğunu bize ispatlıyor.
Kurmaca da olsa hakikate yakınlığından şüphe duymadığımız 2024 yılı Hindistan-Fransa-Birleşik Krallık-Almanya ortak yapımı 120 dakikalık filme adını veren kadın kahramanımızın zaman içindeki dönüşümü takdire şayan.
Polis eşi öldükten sonra kanunen onun yerine geçme hakkını değerlendirmekten başka çaresi kalmamış Santoş güvenlikten sorumlu olanların iğrenç dünyasına dahil olmasına oluyor da, kendi muhakemesini bir tarafa bırakmadığı için büyük sınavlardan geçmek zorunda kalıyor.
Filmin başrolü ShahanaGoswami’nin güzellliği ve manalı bakışları bir yana, SunitaRajwar’ın başarıyla canlandırdığı sinsi kadın komiser karakteri de hafızalarımıza kazınıyor.
Polis teşkilatında ve genel olarak toplumda kadın olmanın müşkülatı hakkında bizi malumatlandıran filmde polislerin keyfi uygulamaları, karakollardaki işkenceler ve aslında suçsuz olan bir gencin dayakla öldürülüşü seyirciyi şoke edebilir.
Kadın yönetmen SandhyaSuri’nin elinden çıkma, uzunluğuna rağmen gayet sürükleyici filmde akılda en çok kalan cümlelerden bir tanesi, hem toplumun en alt kast olarak kabul ettiği kişileri, hem de polisin vaziyetini gayet iyi betimliyor: “Bu ülkede iki çeşit ‘dokunulmaz’ var; biri insanların dokunmak istemedikleri, diğerleri de dokunulması mümkün olmayanlar!”
Hayat mücadelesinde kocası öldükten sonra yalnız bırakılmış bir kadının, cezalandırılmayacaklarını bilip ahlaksızlıklarını hoyratça yaşayabilen polisler arasındaki çalkantılı dönüşümü hafızalarınızda mutlaka yer edecektir.
Trans Keşmir
Asırlar boyunca Hindistan’ın Keşmir eyaletindeki muhtelif saraylarda kral ve maiyetini eğlendirmekle mükellef memurlarken günümüzde dışlanan, aşağılanan, hatta ölüme terkedilen bir kesim var: Hijralar.
Geleneksel olarak hürmet görmüş, erkek bedeninde ama kadın ruhlu olan bu insanlar şen varlıklarını bilhassa şarkılar ve danslarla taçlandırarak toplumdaki yerlerini çoktan almışlardı. Fakat ülkenin Birleşik Krallık sömürgesi olmasıyla bir anda tukaka ilan edilmiş ve sistematik yok edilme programına dahil edilmişlerdi.
Yönetilmesi epey güç olan geniş Hindistan coğrafyasındaki en problemli eyaletlerden, 35 senedir silahların gölgesinde yaşayan Keşmir’in 2019’daki yarı otonom statüsünü kaybetmesi ve merkezi yönetimin boyunduruğuna tamamıyla sokulma girişimi de hayatlarını kolaylaştıran dinamiklerden değil.
Kontrolü elinde tutabilmek için toplumu muhafazakârlaştırarak yönetme pratiği tüm gezegende olduğu gibi Hindistan’da da uygulandığı için Hijralar muhakkak ki zor zamanlardan geçiyor. Sokakta onlara kolaylıkla laf atılabiliyor, yüzlerine tükürülüyor, fiziksel şiddete maruz kalıyorlar.
Ya muayene için başvurulmuş bir doktorun hastasına dokunamamış olmasına ne demeli?
Bilhassa küçük yerleşim alanlarında aileleri tarafından kabul görmedikleri ve her türlü tacize uğradıkları için eyaletin başkenti Srinagar’a taşınmak zorunda kalanlar filmde çoğunluğu oluşturuyor.
Her ne kadar Srinagar’da Sonzal adlı bir Sivil Toplum Kuruluşu elinden geleni yapsa da bir zamanların aktif Hijralarının vaziyeti hiç parlak değil. Onlar resmen kimliklerinin tanınmasını istiyorlar.
Filmin, çoğu orta yaş ve üstü kahramanları maziyi bizimle paylaşırken neşeli günlerin geride kaldığını ifade ediyorlar. Düğünlerde şarkıcılık, müzisyenlik ve dansçılık dışında çöpçatanlık, bilhassa kadınların hayatına nüfuz edebildikleri için en sevilen meslekleri olmuş. Fakat günümüzde tüm bu mesleklerin yeni yeni erbapları türediğinden yaşlanmış Hijralara iş veren pek kalmamış.
Yönetmen hanesinde S.A.Hanan ve Surbhi Dewan adlarını gördüğümüz 2023 yılı Hindistan yapımı 62 dakikalık Trans Keşmir (Trans Kashmir) adlı belgesel, cinsel kimlik ve yönelimleri yüzünden elektroşoklara bile maruz bırakılmış Hijralar’la empati kurmamızı sağlıyor.
Kendilerini komşu coğrafyalardaki kader arkadaşlarından farklı bulduklarını öğreniyor, erkeksi, sade ve ağırbaşlı giyinmeye, bilhassa sokakta boş yere dikkat çekmemeye çalıştıklarını gözlemliyoruz. Ne de olsa yaygın inanışa göre İslam vücutta değişime karşı, dolayısıyla muhtelif tıbbi ve estetik müdahalelerden uzak durup mümkün olduğunca ağırbaşlı bir imaj sergilemeye azami ihtimam göstermeye devam ediyorlar.
Krishnamurti, sessizliğin devrimi
Dünya çapında yaptığı konuşmaları herhangi bir dine bağlantılı olmayan Krishnamurti kendisine mesihlik yakıştırılmış olmasına rağmen bunu kesinlikle reddetmiş. Vikipedinin aktardığına göre çevresindekilerin oluşturduğu örgütü kendisi dağıtmış, hiçbir zaman kendisini bir otorite olarak görmemiş.
Krishnamurti çevresinde müritlerin oluşmasını istememiş ve daima bir birey ile bir başka birey olarak konuşmayı tercih etmiş.
Kadın yönetmen FrançoiseFerraton’un elinden çıkma Krishnamurti, sessizliğin devrimi adlı belgesel bizi kahramanının dünyasına layıkıyla sürüklediği gibi, hem gözlerimizi, hem de ruhumuzu okşuyor.
Tamamlanması yıllar sürmüş, 2023 Fransa-Belçika-Avustralya ortak yapımı 85 dakikalık belgeselde muhteşem görüntüler eşliğinde tefekküre dalıyor, ustanın öğretileri sayesinde adeta şifa buluyoruz.
Manzaralar, ağaçlar, ateş, gök, okyanus, rüzgar, sözlerinin birebir yansıması olarak değil de, kaleydoskopik bağlantılar halinde, aklın ötesine geçerek Krishnamurti’nin öğretilerinin derinliğine nüfuz etmemizi sağlamak için belgesele zarafetle serpiştirilmiş.
Estetik açıdan gayet tatmin edici filmi Krishnamurti’ye giriş davetiyesi olarak görmek de mümkün, öncesinde belgeselin kahramanı ve öğretileri hakkında malumat sahibi olarak daha konforlu bir seyahate yelken açmak da…
1895 Hindistan doğumlu Krishnamurti’nin küçük yaşta cevherinin keşfedildiğini, uyanışını California’nın Ojai vadisinde yaşadığını, ABD’ye beraberce yerleştiği kardeşi Nitya’nın ölümünün kendisini nasıl tesir altında bıraktığını da filmde öğreniyoruz.
Ömrü boyunca mütevazılığı elden bırakmamış usta dünyayı defalarca dolaştıktan sonra gene Ojai’de 1986 yılında, 90 yaşında vefat edecekti.
Ustanın konuşmalarını bazen arşiv filmlerindeki görüntülerinden dinliyor, tefekküre dalmamızı sağlayan aradaki muhteşem tabiat sekansları ruhumuzun okşanmasına imkân tanıyor. Filmin bütününe hâkim olan şiirsel ton müzikle destekleniyor, huzur verici belgeseli tekrar tekrar seyretme isteğini körüklüyor; ayrıca kaotik dünyamızda sessizliğin ne kadar değerli olduğunu bir kez daha hatırlamış oluyoruz.
Yalnız Hindistan’ın değil, tüm gezegenin fazlasıyla çirkinleşmiş vaziyetine dur diyebilmek için Krishnamurti’nin sesine kulak vermekte mutlaka ki fayda var!
Irmak Zileli’nin edebiyat dünyası ile tanışmam Son Bakış romanıyla oldu. Sonra Bende Ölen Sensin derken en son Şimdi Buradaydı romanıyla devam ediyor yolculuğumuz. Şöyle bir bakınca iki şey söylemek mümkün: Irmak Zileli ne yazsa okurum ve yazarla çok geç tanışmışım.
Şimdi Buradaydı çok katmanlı bir roman. İlerledikçe ve eşeledikçe elinize başka bir şey geliyor; başka bir duyguyu hissediyor ya da karşılaşıyorsunuz. Yazar diğer eserlerinde yaptığı gibi karakteri kanlı canlı bir şekilde okuyucunun karşısına oturtuyor. Bunu altını çize çize yapmıyor, okuyucunun gözüne sokmuyor. Bazen diyaloglarla bazen ağzından çıkan bir sözle bazen de bir tavrıyla çok net bir şekilde çerçeveyi çiziyor. Okuyucu karakteri o kadar iyi tanıyor ki sonraki hareketinde, tavrında bir kopukluk olmayacağını bilir; bütünlüklü, istikrarlı ve tamamlayıcı olmayacağından emindir. Sürpriz bir çıkış, ani bir tepki ya da absürt bir replik karakteri ifade edeceği için vardır metnin içinde.
Tedirgin olmak isteyeceksiniz
Şimdi Buradaydı romanın taşıyıcısı psikayatrist Birkan’ın hastası gazeteci Yankı Beyle olan terapist seanslarındaki karşılıklı konuşmaları ile ilerliyor. Gerçi bu gibi durumlara psikiyatristler hasta demiyorlar, yazar bunu o kadar ince dokumuş ki insanın tez elden bir terapistle görüşesi geliyor. Fakat işin diğer boyutunu da atlamamış yazar, buraya düzgün ( normal ) insanlar gelmez. Sorunu olmayanın ne işi var burada. Dolayısıyla her kelimeyi her soruyu özenle seçmezseniz her an başınıza ne geleceğini bilemezsinizin tedirginliğini dozunu artırarak usulca okuyucuya zerk ediyor. Okuyucu sonraki seansı merakla ama bir o kadar da ürpererek bekler. Bunun dozajını o kadar kararında ayarlamış ki yazar, okuyucu kademe kademe sonuca varmayı dört gözle ve sabırsızlıkla beklemeye başlar.
Terapistle Yankı’nın ortak noktaları ve benzeşikleri o kadar çoktur ki terapistin işi ilk etapta çok kolay görünür. Konuştukça ve konuşturdukça kendinden bir şeyler bulur ve kendini de tanımaya başlar. Yankı’nın annesi de tıpkı kendi annesi gibi dominant ve kısıtlayıcıdır. Dolayısıyla müdahaleci anne figüründen dolayı çocuklukları neredeyse aynı geçmiş. Hizaya girmek istemeyen Birkan, farkında olmadan obsesif kompulsif bozukluğa tutulduğunu terapi sırasında adını anmadan anlıyor.
Ayık ol!
Fallik Dönemin damgasını vurduğu bir yaşamın artılarını, aksilerini, çıkmazlarını romanın merkezine koymuş yazar. Ebeveynler arası iletişimsizlik veya eksikliği çocuğa yönelterek, çocuğa yüklenerek bunaltmaya varan kusursuzlukta ısrarın nerelere varacağını çok güzel örneklemiş. Takıntı ve benmerkezciliğin tekrarlandıkça inandırıcı olup pekişeceğini tıpkı bir kedi gibi her köşeye koku bırakıp işaretlemeyi unutmuyor. Okuyucu da narsistliğin kokusuna o kadar aşina oluyor ki bir replikte, bir bakışta, bir mimikte şak diye anlıyor kimin ne olduğunu.
Hastasıyla arasındaki her diyalog sonraki devinimi çağırıyor adeta. Ve çoğunlukla soruyu ortak kullanarak soru sorun haline getirmeyi bilir. Hastasının verdiği bir yanıt bazen annesiyle yaşadığı bir sorunun fitilini ateşleyerek geçmişe ışınlanabiliyor. Hal böyle olunca da okuyucunun ayık olması gerekiyor, kim kimdi, konuşan hangisiydi, kısa bir dalgınlık ya da dikkatsizlik ipin ucunu kaçırmasına sebep olabiliyor. Yazar okuyucuya kısa ve sık aralıklarla ayıltıcı veriyor; gözünü dört açmazsan savrulursun demeye getiriyor.
80 darbesinin izleri
“Annemin buzlanmış silueti hep bir şeylerle meşguldü” (Sf: 48) Romana arka fonda, buzlu camın arkasında silik bir şekilde eşlik eden iki şey var, biri hiç durmadan çalışan, her şeye müdahale eden bir kadın; canını tırnağına takan emekçi bir anne, diğeri de seksen darbesinde kaybolan, kaybettirilen insanların flu hikâyeleri. Üzerinden zaman geçince hikâyedeki boşlukları ipuçlarından yola çıkarak layıkıyla doldurup üzerinde çalışılsın, ders alınsın diye okuyucunun önüne sürüyor.
Romanın öne çıkan iki özelliği var kanaatimce:
Bir: Anlatım tekniği… Yazar o kadar ustalıkla farklı anlatım tekniklerini aynı paragrafın içine yedirmiş ki hayran kalmamak elde değil.
İki: Romanın teması itibariyle bir psikiyatrisin yazmadığına inanamazsınız. Duygulara o kadar hâkim ki, çocukluktan alıp günümüze ( romanın geçtiği zaman) getirirken hiçbir davranış sebepsiz değil, altında yatan sebep de budur diyerek karakteri deşiyor. Ve küçük bir parantez açıp ilave edecek olursam; hastalık derecesine varan takıntılı insan profilini karşınıza dikerken, bunları iyi tanıyın diyor. Bir de romanın sonundaki sürprizi buradan deşifre ederek okuyucunun okuma zevkine limon sıkmayayım şimdi.
İlk siyasi polisiye romanı "Kar Suyu"nun (2012) ardından ikinci romanı "Paralel Cinayetler"i (2016) yayınladı. Varlık, Notos, Kitap eki, gazete Duvar, Edebiyathaber, Edebiyat burada, Kitap24, Birgün...
İlk siyasi polisiye romanı "Kar Suyu"nun (2012) ardından ikinci romanı "Paralel Cinayetler"i (2016) yayınladı. Varlık, Notos, Kitap eki, gazete Duvar, Edebiyathaber, Edebiyat burada, Kitap24, Birgün Kitap, Bianet ve birkaç dergi ve gazetede kitaplar ve sinema üzerine eleştiri, öykü ve şiirleri yayımlandı. DİSK’e bağlı Gıda-İş sendikasının 2016 yılında düzenlediği Emek Direniş öykü ödülüne değer görüldü. "Gölge" adında bir de öykü kitabı var. POYABİR üyesi, İzmir’de yaşıyor.
Öyle bir aile tasavvur edin ki, çocukların anne olarak tanıdığı şahıs yavaş yavaş erkekleşip baba rolüne soyunurken, anne konumundaki kişi bir zamanlar erkek cinsiyetine sahip olup gittikçe dişiliğe doğru evrilsin!
New York’un Queens ilçesi Sunnyside semtinde ikamet etmekte olan Jo ve Allie’nin alevli aşkı My Sunnyside adlı belgeselde teferruatlı şekilde incelemeye alınıyor. Yönetmenliğini MatyldaKawka’nın üstlendiği 2025 Polonya, Amerika Birleşik Devletleri ortak yapımı 92 dakikalık film dünya prömiyerini 27. Selanik Uluslararası Belgesel Festivalinde gerçekleştirdi.
Tüm yeryüzünde salgın haline gelmiş olan partner bulma uygulaması sayesinde tanıştıktan iki sene sonra evlenmeye karar veren kahramanlarımız aynı zamanda doğumdaki cinsiyetlerinden memnun olmadıkları için değişim sürecine de aksi yönlerde devam ediyorlar. Liberal zihniyetlere sahip olmalarına rağmen muhafazakârların tercihi olan geleneksel bir düğünle aile formatına girmeyi tercih etmeleri de enteresan.
Jo’nun önceki evliliğinden olan çocukları yeni anneleri Allie’yle gayet iyi anlaşıyor, mesut aile yapısı gün geçtikçe sağlamlaşıyor. Filmde yalnız trans insanlara yönelik önyargılar ve onların yaşadığı zorluklar irdelenmiyor, kadın veya erkek olarak yaşanan dinamiklerin arasındaki farklılıklar da gözümüze sokuluyor.
Neyse ki muhtelif yaşlardaki sağduyulu çocukları durumu olduğu gibi kabul ediyor ve belirli klişeler içine sıkışmış olsa da çağdaş aile modeline rahatlıkla uyum sağlıyorlar.
Filmin iki ana karakteri bilhassa müşkül anlarda birbirine derinden destek oluyor, aşkları günbegün büyüyor, aile bağları aidiyet duygularını pekiştirirken parlak bir istikbale doğru güvenle yol alıyorlar.
Cinsiyeti klişelere hapsetmek zorunda mısınız?
Ya cinsel organınız ebeveyninizi dehşete düşüren büyük bir klitorisi ve aynı zamanda ufak bir penisi andırdığı için, anne ve babanız sizi küçücükken doktora götürüp cinsiyetinizi belirleme hakkını kendilerinde görürse?
Hele bunun ahlâki tasasına düşmeden ameliyatı hoyratça gerçekleştiren doktorun zihniyetine ne demeli?
Louisiana eyaletinin başkenti Baton Rouge’da 1976 yılında doğmuş olan Kristi’nin (Jim Ambrose) ibretlik hikâyesi The secret of me adlı belgeselde mucibince masaya yatırılıyor. Yönetmen hanesinde Grace Hughes-Hallet’ın adını gördüğümüz 2025 Birleşik Krallık yapımı 97 dakikalık belgesel de Selanik’te seyirciye ulaşanlardandı. Dünya prömiyerini SXSW’da yaptıktan sonra CPH DOX ve Annapolis Film Festivalinde de gösterilmiş olan film kahramanının anlatım gücüyle de seyirciyi tesir altında bırakan ciddi bir seyirliğe dönüşüyor.
Çocukluğundan beri kendini “kız” çocuğu gibi hissetmemesine rağmen o kimliğe hapsedilen Jim’in gençliğinden itibaren giriştiği mücadeleye teferruatıyla şahit oluyoruz. Belgeselin sonlarına doğru ameliyatı gerçekleştiren doktorun kamera karşısındaki mahcubiyeti yüreğimize su serpse de asıl sorumlunun gezegen çapında model oluşturmuş John Hopkins Hastanesinde görevli doktor John Money olduğunu öğreniyoruz. Beceriksizce gerçekleştirilmiş bir sünnetin mağduru olan oğlan çocuğu DavidReimer’in erkeklik organının alınması ve kız çocuğu olarak yetiştirilmesi, mevzubahis müdahalenin sorgulanmayan bir pratiğe dönüşmesine yol açmıştı. Bu hadise seneler boyunca cinsel kimliğin sosyal olarak öğrenildiği tezini doğrulayan bir başarı hikâyesi gibi pazarlanmış, David Reimer ve ayrıca durumdan bir o kadar muzdarip ikiz kardeşinin intiharlarıyla meselenin hiç de iddia edildiği gibi olmadığı ortaya çıkmıştı.
John Money’nin izinden yürümeye devam eden tüm dünyadaki tıp kurumlarını ve sözkonusu vahşi müdahaleye müsaade eden ebeveynleri kim durduracak?
Savaş çocuğu
Ya babanız Vietnam’a saldıran ABD ordusunun askeriyken annenizi hamile bırakıp memleketine döndüyse nasıl bir aile tasavvuru içinde yaşarsınız?
Child of dust adlı 2025 Polonya, Vietnam, İsveç, Çek Cumhuriyeti, Katar ortak yapımı 93 dakikalık belgesel de dünya prömiyerini Selanik’te gerçekleştirdi. Yönetmen WeronikaMliczewska’ya festivalin uluslararası yarışmasında Özel Mansiyon payesini kazandıran fazlasıyla duygusal film, ana karakter Sang NgôThanh’ın hassasiyeti yüzünden de gözyaşlarına boğulmanıza sebep olabilir.
Sahipsiz kalıp yetimhanelerde büyümüş çocukların arşiv görüntüleri filmin başına ve sonuna damgasını vuruyor. Büyüdüklerinde de “savaş artığı” muamelesi görüp aşağılandıklarını, ayrımcılığa tabi tutulduklarını ve hayatta muvaffak olma şansına pek sahip olmadıklarını görüyoruz.
Melezlik onların adeta laneti haline dönüşüyor.
Her şeye rağmen kahramanımız evlenip çocuk, hatta torun sahibi olmayı başarmış 55 yaşındaki bir yetişkin. Fakat babasız büyüdüğü için kız evladına yeterince babalık yapamamış olması, kızının uyuşturucu müptelası olmasına yol açan esas unsur olarak seyirciye hissettiriliyor.
DNA analiziyle ABD’de babasına ulaşınca eksikliğini daima çektiklerine kavuşacağını umuyor; fakat baba bir ana ayrı, iki erkek kardeşinin ve bizzat babasının soğukluğu, onu evlerine davet etmemeleri ve kendi kültüründen epeyce farklı hususiyetleri yüzünden sukutuhayale uğruyor. Sang Ngô Thanh ABD’ye yerleşip yerleşmemek arasında tereddüt ederken kızına ve torununa daha parlak bir istikbal sağlamak üzere kalmaya karar veriyor; bunda da aile içinde garip bulunan ve fazla insancıl olduğu için kendisinden o ana kadar uzak tutulan üvey kız kardeşinin payı yüksek oluyor.
Geleneksel manada tüm aileyi ne olursa olsun sırtımızda taşımamızın ne kadar gereksiz olduğu bir kez daha hatırlatılırken mevzubahis kurumda bize yakın olanlarının yeterli olduğu da bir kez daha teyit edilmiş oluyor.