Çocukluğumda duyduğum, okuduğum hikâyeleri anlatılanların ya da bir hikâyeye konu olanların “özel ve özellikli” kişiler olduğunu düşünürdüm. O zamanki düşüncelerime göre ancak böyle kişilerin hakkında hikâyeler anlatılabilir, yazılabilirdi. O hikâyelerde başlarına ne gelirse gelsin, neler yaşarlarsa yaşasın önemli insanlardı onlar. Önemli olmak “güzel”di.
O günlerde gelecekte bir “hikâyesi” olan insan olmayı hedef olarak önüme koyduğumu anımsıyorum.
Sonraları daha çok hikâye okumaya başladım. O zaman hikâyeleri anlatılan insanların aslında herkes gibi bir “insan” olduğunu fark ettim.
Tanım değişmişti: Hikâyelerde anlatılan bu “sıradan” insanların, “özel”, “anlatmaya değecek kadar anlamlı” bir yaşamları olmalıydı. “Özel”, “özellikli” insan olmak yerine, başkalarına anlatılacak kadar “özel” yaşam sürdüren bir insan olmanın yeterli olacağını düşünüp, hedefimi buna göre belirledim bu kez.
Herkesten, alışıldık olandan “farklı” yaşamak iyi bir seçim olmalıydı.
Daha çok okudukça aslında hikâyelerde yaşananların da “sıradan” olaylar olduğunu, herkesin başına gelebilecek türden şeyler olduğunun ayrımına vardım. Herhalde bütün “mesele” onu anlatan kişideydi! Onun “mahareti” ile sıradan olaylar birer “önemli”, “ders ya da keyif alınacak” bir hikâyeye dönüşüyordu.
Bu durumda özel olmak, özel bir yaşam sürmek yerine olaylara başka bir gözle ve başka bir yerden bakarak, kimsenin görmediği yanları görerek, onları düşünerek, herkesin hoşuna gideceği şekilde ifade ederek anlatmanın çok daha önemli bir unsur olduğu kanısına vardım.
Hedef yine değişmişti!
“Hikâye anlatıcısı” olmak “hikâyelerde anlatılan yaşamları sürdürmek”ten çok daha kolay, üstelik güzel ve keyifliydi. Dahası bunu yaparken özgür olacaktım; yalnız yaşadıklarımı, gözlemlediklerimi değil, yaşamadığım, belki de hiçbir zaman yaşayamayacağım konuların, olayların da hikâyelerini de yazabilirdim.
Asıl aradığım farklı olmak değil, “özgür olmak”tı artık benim için. Daha çok keyif aldım.
Bir yandan da başka hikâyeleri okumayı sürdürüyordum.
Özel insanlar
Bu süreç önce içsel, sonra da dışsal, gerçek bir yolculuktu.
Bu yolculuk sırasında gerçekten “özel” ve “özellikli” insanları, “kimsenin yaşayamayacağı türden çok ama çok özel olaylar yaşayan” insanları gördüm, tanıdım, tanıştım, dahası onlarla birlikte oldum.
Onların bu yaşamlarında gerçekten de çok sayıda “hikâye” vardı, benim de o hikâyelerin kıyısında köşesinde olma şansım ve koşulum vardı.
Elimden geldiğince onları anlatmayı sürdürdüm, sürdürüyorum.
Şimdiki yönüm aşağı yukarı önceden belirlediğim tüm hedeflerin bileşkesi, kesiştiği ya da birbirine en yakın durduğu bir noktada sürüp gidiyor.
Bu “kişisel süreç” yaklaşık yarım asır aldı.
Şimdilerde başka bir boyutun, insani bir olgunun farkına varıyorum.
Sıradan insanlar, sıradan yaşam sürdürüyorlar; “sıradan” davranışlarında, sıradan, doğal bir şekilde yaşadıklarında, yaptıklarında yeni ve sürekli anlatılması gereken “hikâyeler” var.
Tüm mesele yaşadığın sıradanlığın içindeki “hikâye”yi bulup, içtenlikle ve açıkça, belki önce kendin için ama aslında bilinmesinin ve olası sonuçlarının başkalarının da işine yarayacağını, başkalarını da özendireceğini, keyiflendireceğini ve yaşamı değiştireceğini bilerek, düşünerek bunları yapmanın, yaşamanın çok önemli olduğunu şimdilerde fark ediyorum.
Bunları aklımdan geçirmemin, kendi kendime tartışmamın, bilincime çıkıp ve yazıya dökülmesinin bir nedeni var!
Sokaktaki eylemlerde ve çeşitli ortamlarda gördüğüm, tanıdığım, tanıştığım insanların hem bir resim olarak, hem o resme eklenmiş, duygu düşünce belirten sözlerle, hem de yaşam öyküleriyle, ama aynı zamanda cisimleri ve bedenleriyle Cezayir Toplantı Salonu’nda süren bir sergide ve o sırada dağıtılan bir kitap:
“Trans, Onurlu ve Türkiyeli: Sosyal Adalet için Sanatsal bir Müdahale” (1,2)
Bir iç dökme, bir dışa vurma kitabı ve sergisi.
Bir fark etme ve fark edilme kitabı ve sergisi.
Bir ders çıkarma ve bu dersle yeni bir yaşam yaratma, kurma, geliştirmenin kitabı ve sergisi.
Bir görevin, yapılamayan, yapılması gereken, ama pek az insan dışında, çoğunluğun fark bile etmediği bir sorumluluğun kitabı ve sergisi.
Oradaki resimleri, içtenliği, mücadele azmi ve isteğini, kendisini dışa vurmayı görünce burada gördüklerimden yola çıkarak kendime yeni hedefler oluşturmam ve o doğrultuda bir şeyler yapmam belki de “yaratmam” gerektiğine inandım.
Şimdiki hedefim ve kararım bu!
Sıradan insanların, sıradan yaşamlarının, sıradan bir şekilde ifade edildiğinde de ortaya bir “hikâye”nin çıkabileceğini, bunu görmenin, ifade etmenin, anlatmanın anlamlı, önemli, gerekli, yararlı ve doğru bir iş, bir çaba, bir amaç olduğunun herkes farkına varmalı.
Sözün özü:
Kendi yaşamınızdaki hikâyeleri, hikâyelerinizi başkalarının farkına varmasını sağlayın!
İnsan olmak böyle mümkün oluyor...
Kendiniz için ama daha çok da insanlık için, insanlığı halleri için... (MS/AS)
* NOT: Sergi İstanbul’da Cezayir Toplantı Salonlarında, Ankara’da da Kuir Festivali çerçevesinde Cafe Roxanne - Konur Sokak 10/20 Kat:5 İgeme Apt. Kızılay/Ankara adresinde 30 Kasım 2011 akşamına kadar izlenebiliyor.