İran edebiyatına modern öykücülüğü getiren yazar olarak bilinir Sadık Hidayet. Bir de ölümüyle. Yakın dostu, İran’ın bir diğer ünlü edebiyatçısı Bozorg Alevi şöyle anlatır Hidayet’in hafızalara yer edinen trajik intiharını: “Paris'te günlerce havagazlı bir apartman aradı. Championnet Caddesi'nde buldu aradığını. 9 Nisan 1951 dairesine kapandı ve bütün delikleri tıkadıktan sonra gaz musluğunu açtı. Ertesi gün ziyaretine gelen bir dostu, onu mutfakta yerde yatar buldu. Tertemiz giyinmiş, güzelce tıraş olmuştu ve cebinde parası vardı. Yakılmış müsveddelerin kalıntıları, yanı başındaydı, yerdeydi.”
İranlı, kökleri İslam Devrimi öncesine dayanan soylu bir ailenin oğlu olarak Tahran’da Fransız Koleji’nde eğitim alır Hidayet. Mühendis olmaya gittiği Belçika’da tutunamaz ve gönülden bağlı olduğu edebiyata olan tutkusunu perçinlemek için Paris’e gider. Burada, ilk intihar deneyimi olarak kendini denize atmak istese de kurtarılır. 1930’lar da, İran’a geri döner ve ailesinin nüfuzundan faydalanmadan yaşamayı dener. Bir yandan İran Milli Bankası’nda çalışmaya başlar bir yandan da Bozorg Alevi ve Mesud Ferzad’la birlikte bir edebiyat topluluğu kurar.
Ancak, henüz İslam Devrim’inin yaşanmadığı İran’da, Şah’ın aydınlar üzerindeki baskılarına dayanamayarak Hindistan’a gider. 1951’de ise, yaşadığı sefalet ve bunalımlar sonucunda Paris’te intihar eder. Günümüzde eserleri, Avrupa’daki politik İslamcı çevrelerce yoğun eleştirilere maruz kalan Hidayet, yaşarken de çok fazla ilgi görmez. Hidayet’in, İran İslam Devrimi öncesi yazmış olması, onun, İran’da varolan sorunların İslam Devrimi ile çözülemeyeceğine yönelik derin gözlem ve tespitlerinin haklılığını ortaya koyar.
Hiyerarşik Molla düzenine umutsuz bir eleştiri
Hidayet’in, bugün, Batı yanlısı ve umutsuz bir melankolik yazar olarak kabul görmemesinin asıl nedeni ise onun ruhuna nüfuz eden, İran’ın geçmişten gelen toplumsal ve ekonomik sorunlarının yanı sıra, içine doğduğu monarşiyi ve asla benimsemediği ruhban sınıfını eleştirmesidir. Afyon tiryakiliği bilinen Hidayet’in eserlerinden yayılan ölüm kokusu, onun derbeder bir sefih olduğunu değil aksine İran’ın, iki yüzlü mollalar sınıfının hakim olduğu kast sistemi içinde açığa çıkarılmayan acılarını yansıtır sessizce.
Hidayet’in, bunalımları sonucunda alıştığı ve kendini tüketmeye yönelik bağımlılığı, sonunda onu intihara sürüklese de asıl mesele, İslam Devrimi’nden uzun yıllar önce çözümsüzlüğünü gördüğü; İran’ın üzerine serpilen ölü toprağıdır. Afyon ise, sanat ve yaratıcılık sarkacında bu ölü toprağını silkmek için seçtiği tehlikeli bir yolculuk aracıdır onun için. Bu hareketsizlik, kitleleri 1979’daki İslam Devrimi’ne sürüklerken, İran’ın gerçek sorunlarını yine görünmez kılar.
Dünya edebiyatına, Doğu’dan dahil olan çağdaş bir yazar olarak bugün bir deha olarak kabul edilen Hidayet’in kendi ülkesinde ısrarla görmezden gelinmesinin ve yasaklanmasının sebebi, kendi özgün dilini oluşturabilmesi ve İran halkının dertlerini ve yoğun kederini Batı dünyasına ulaştırabilmesidir. Üslubu, Kafka, Rilke, Çehov ve Poe’ya benzetilen Hidayet’in özgünlüğü de burada yatar. Batı- Doğu ikileminin asla sonlanmayacağı bir dünya düzeninde, sıradan İran kadının ve erkeğinin sıradan ve kapalı yaşamlarını, imgeleminin gücüyle dış dünyaya açma becerisi. Bu bakımdan, tüm Batı yanlısı suçlamalarının aksine edebi anlamda etkili ve simgesel bir dili, halk dilini, benimseyen Hidayet; İran’ın halk edebiyatı geleneğinden beslenerek, cahil bırakılarak hor görülen kesimlere ulaşmaya çalışır. Hidayet’in,
1930’da Tahran’da kaleme aldığı ve sadece İran’ın değil tüm dünya kadınlarının sessiz acılarını dile getiren öyküsü ‘Abacı Hanım’, onun, ülkesinin üzerini örten karanlığa karşı verdiği mücadelenin derinliğini de gösterir. İnsanı, önce insan olarak anlatma yolunu seçen Hidayet, ‘Abacı Hanım’da; güzel, zeki ve iyi huylu kız kardeşi Mahruh’un aksine tüm fiziksel özelliklerini vurgular biçimde inatçı, kıskanç ve geçimsiz biri olan Abacı hanımın öyküsünü, insanlığın en eski anlatısı olan Habil ile Kabil’in hikâyesine paralel biçimde kadın bakış açısından anlatır.
Abacı Hanım’ın intiharından yansıyan İran’ın karanlık yüzü
Çocukluğundan itibaren çirkin olduğu için sevilmeyen, dayak yiyen ve büyüdüğünde sevimsiz hallerinden dolayı evde kalacağına kesin gözüyle bakılan Abacı hanım için yaşam sadece güzel ikizinin mutluluğuna her anlamda hizmet etmektir. Yoksul oldukları için ev temizliğine giden kız kardeşi Mahruh’un dışarı çıkabilmesi ve başka hayatları görmesi onu çileden çıkardıkça çocukluğundan itibaren varolan kıskançlığı artar.
Kız kardeşinin evleneceğini öğrendiğinde, artık yaşlandığını bir defa daha hatırlayan Abacı hanım, kardeşine düğün hazırlıkları için yardım etmediği için annesinin, çirkinliğiyle ilgili hakaretlerine maruz kalsa da çocukluk inadından vazgeçmez ve nikah günü ortadan kaybolur. Gelin ve damat gece odalarına çekildiğinde görünen Abacı hanım, gizlice kardeşini ve kocasını izler ve gece yarısı herkesi sürpriz bir sonla yataklarından uyandırır: Kendini su deposuna atmıştır Abacı hanım.
Tüm yaşamı boyunca görmediği ve İran gibi kapalı ve geleneksel bir toplumda, evlilik yoluyla önemli bir sosyal bir statü kazanarak göremeyeceği ilgiyi ironik bir biçimde intihar ederek görür Abacı hanım ve Hidayet’in ifadesiyle “Sanki ne çirkinlik ne güzellik ne düğün ne işkence ne gülme ne ağlama ne sevinç ne de kederin bulunduğu bir yere gitmiştir. O cennete gitmişti.”
Bugün, İran’da, “Bir kadın asla bakire ölmemelidir.” hükmünün taşıyıcısı olarak dolaşan ve erkek egemen İran dünyasının, ağızlarından kızıl alevler saçan erkek Grendel’leri olan Pasdar’ların sokak denetimlerinde yakalanarak zinadan, başörtüsünü düzgün bağlamadığı için ya da tesadüfen akrabası olmayan bir erkekle konuşurken görüldüğü veya herhangi bir bahaneyle suçlanarak ölüm cezasına çarptırılan tüm İranlı kadınların aksine, gönüllü kabul ettiği kuralları kendi eliyle ihlal ettiği için belki de cennete gitmiştir Abacı hanım.
Kadınları, din adına baskı altına almaya çalışanlara inat daha da dindar oldukça içindeki kıskançlığa yenildiği ve İslam’da en büyük suçlardan biri kabul edilen intiharı seçtiği için kendi inandığı yere, güzel olmadığı için kadın hatta insan kabul edilmeyerek ‘hakaret’ görmeyeceği kendi cennetine, kendi seçimiyle gitmiştir. Yaşamanın sadece hayatta kalmak olmadığını göstermek için, Hidayet’in, İran İslam Devrimi’nden yaklaşık 50 yıl önce yazdığı bu öykü; Doğu’da ve Batı’da, insan kabul edilmeyerek sadece ‘kullanılabildiği sürece eşya’ kabul edilen tüm diğer kız kardeşlerinin yanına göçmüştür belki de.(YK/EÜ)