Kaybedenler, antikahramanlar, umutsuzlar.
90’lı yıllar ile 2000’lerin başında çekilen çoğu polisiye veya bilimkurgu dizisinde başroller, önceki dönemde gördüğümüz gibi her işi rast giden, karşılaştığı her sorunu eksiksiz çözen, “hayat dolu” kahramanlara benzemiyordu. Tam da bu sebeple sevdiğimiz birçok yapım kült statüsünde halen hayatımızda.
The Boys, o dönemi yad ettiren bir dizi.
Bu dizide “kaybedenlerin” finalde kazanışını da izlemiyoruz, mütemadiyen bir aksilikler silsilesi sözkonusu.
Saf kötülerin bile “insani” zayıflıklarını gösteren dizi, süper kahramanlar üzerine kurgulansa da gerçek hayatın soğuk yüzünden hiç ayrılmıyor. Mutlu sonlar yerine tüm olayların finalinde, kaybedenlerin daha da kaybedişini izliyoruz.
Kaybedenler demişken, dizide iyi ve kötü kavramları da gayet akışkan.
*Başlıktaki replik, dizinin tuhaflığını en iyi anlatan sözlerden biri. Çünkü bu dizide “iyiler” süper kahramanlar değil. Bilakis süper kahramanlara karşı savaşanlar.
Anti kahramanlarımız, hiçbir insanın, mutlak güce sahip olmaması için mücadele veriyor. Dolayısıyla avantajın onlarda olduğu söylenemez…
Ama konumuz bu değil. Konumuz, dizide şiddetin gösterilişinin de eski zamanlara ait olması: Çok grafik ve ağır bir şiddet arka planda hep var ama bir yandan da trajikomik derecede “estetik”.
Karanlık atmosferiyle bizi göreceklerimize hazırlayan dizideki şiddetin dozu, sezonlar ilerledikçe artıyor. (Gerçi ilk sahneden bile kana bulanıyoruz.)
Hatta TV izleyicisi için bazen tiksindirici olabilecek şekilde… Ama dizi şiddet üzerine kurulu değil. Hatta şiddeti daha normal ve mecburi gösteren The Walking Dead’de olduğu gibi, üzücü bile değil. Dedim ya, çoğu zaman “komik”.
Kaldı ki televizyonda cinayetlerin, hatta seri cinayetlerin en açık halini gösteren Sıcağı Sıcağına programıyla büyümüş olan bizim nesil için, bugünlerde şiddet gösterisinin arttığı iddiasına katılmak çok mümkün değil. En azından memleketimizde şiddetin genel izleyiciyle buluşması gayet eskilere dayanıyor.
Peki o zaman neden günümüz toplumunda şiddetin arttığını söylüyor, bunu da dizilere, oyunlara ve “reality show”lara bağlıyorlar?
Son birkaç haftada manşetleri kaplayan cinayet, saldırı ve erkek şiddetine dair açıklama getirmeye çalışanların ilk duraklarından biri, neden kurgu hikayeler oluyor?
Suçluyu kolayca bulup rahatlama isteğimizin ötesinde, bu iddiaların gerçekliği var mı? Yani, özellikle gençlikte yükseldiği söylenen şiddette The Boys gibi çok izlenen diziler etkili mi?
Evet, artık Sıcağı Sıcağına gibi ikonik programlar yok, ekranda kan görmüyoruz ama önceden TV’yi kapatarak uzak kalabileceğimiz görüntülerden kaçmanın artık daha zor olduğu bir çağda yaşadığımız inkar edilemez. Malum, sosyal medyadan kaçış yok. Orada şahit olduklarımız, şiddete eğilim yaratmasa da şiddeti normalleştiriyor olabilir mi?
Yoksa tam tersi, şiddetin normalleştiği bir dünyanın temsillerini mi izliyoruz?
Mary Clare StFrancis, Şiddetin Normalleş(tiril)mesi yazısında, “Şiddeti oluşturan şeylerin kapsamı çoğu insanın gerçekte düşündüğünden çok daha geniş. Şiddet içermeyen bir şekilde yaşamaya çabalayan biri olarak şiddetin kültürel anlatımıza ve kimliğimize derinlemesine yerleşmiş olduğunu görüyorum” diyor. (İnsanlığın son 5 bin yıllık tarihine baktığımızda şiddetin giderek arttığını söylemek saçma olur tabii ama konumuz bu da değil.)
Yukarıdaki sorulara - yani ekran ve şiddet ilişkisinin ne gibi sonuçlara yol açtığına - akademisyenler de yanıt arıyor. Kitle iletişim araçlarındaki şiddetin çocukları nasıl etkilediğine ilişkin çok sayıda çalışmayı analiz eden bir makale, medyadaki şiddeti izlemenin çocukların saldırganlığı sözlü ve fiziksel olarak ifade etmelerini etkileyebileceği sonucuna varıyor. Çalışma ayrıca "şiddet içeren tüm programların yüzde 96'sının saldırganlığı yalnızca izleyicileri eğlendirmek amacıyla sinematografik bir araç olarak kullandığını" da ekliyor.
Jean Holman, “Şiddeti normalleştirmeyi durduralım” başlıklı yazısında, “Filmler, TV şovları ve video oyunları gerçek olayların tasvirleri olabilir. İzleyici şiddet içeren durumlarda yaşayan karakterlere empati duyabilir ancak bunu bizzat görmek travmatik olabilir. Ama bu artık bizi rahatsız etmiyor. 2018'de yapılan bir anket, suçun gerçekte azalmasına rağmen, 10 Amerikalıdan 6’sının ABD'de bir önceki yıla kıyasla daha fazla suç olduğunu söylediğini ortaya çıkardı. İnsanlar bu günlerde çok fazla suç olacağını düşünüyor çünkü bunların çoğunu kitle iletişim araçlarında görüyoruz. Konuştuğum çoğu insan, polisin beyaz olmayan insanlara yönelik şiddet haberlerine şaşırmıyor. Bu şiddet artık bizi şok etmiyor çünkü kitle iletişim araçları nefreti normalleştiriyor. Şiddetin normalleştirilmesi, şiddetin sorunları çözdüğü izlenimini uyandırıyor” diyor.
Holman’ın, şiddeti izledikçe (video oyunları veya diziler) şiddete meylimizin arttığına dair savına kesinlikle katılmasam da yazıda dikkati çektiği önemli bir konu var: Şiddetin gerçekte topluma ne derece yayıldığından bağımsız olarak insanlar şiddeti izledikçe, şiddetin yaygınlaştığını düşünüyor. Ve bu düşünce uzun vadede aynı kapıya çıkıyor: Şiddetin yarattığı korku toplumuna.
Yani, ekranda tecrübe ettiğimiz şiddet bizi katil yapmıyor ama katilleri izlemek bizi, “dünyada ne çok katil olduğu ve katillerin engellenemeyeceği” düşüncesine sürüklüyor.
Korku toplumunda yok olan adalet duygusu da “her eylem mübah” fikrine yol açtığında, kendini gerçekleştiren kehanete bakıyor olabiliriz: Evet, şiddet belki gerçekten de artıyor...
Çünkü adalet duygusu yok olan toplumda tehlike ve güvenlik algıları değişir ve adalet duygusunda açılan gedikler, suç oranları, sayılar ve tablolar açıklanarak onarılamaz.
Daniel Romer ve Patrick Jamieson’ın, Popüler ABD Prime Time TV Dizilerinde Şiddet ve Korkunun İşlenmesi çalışmasında da TV'deki şiddete uzun süre maruz kalmanın, “suç korkusu” yaratarak dünyanın kötü bir yer olduğu sendromuna yol açacağı teorisi ele alınıyor. Çalışma için, 1972'den 2010'a kadar popüler ABD TV şovlarındaki şiddet tasvirlerinin yıllık değişimlerini incelemişler. Ve ekrandaki şiddetin suç oranlarındaki algıyı etkilemesinden ziyade, toplumda “suç korkusunu” yerleştirdiği sonucuna varmışlar.
Peki, neden şiddet?
İzlenmeyi mi artırıyor da kan revan içerisinde kalıyoruz?
Diener ve DeFour’un çalışmasına göre, hayır. Yani, her nasıl ki izlediğimiz şiddet temsilleri bizi cinayet işlemeye itmiyorsa, aynı görüntüler o dizileri izlememiz için motivasyon da sağlamıyor.
Sonuç olarak; o dizileri içinde şiddet var diye izlemiyoruz, o oyunları şiddete meylimiz olduğu için oynamıyoruz. Ancak gerçek hayatta şiddetin cezasız kaldığını görmek, adalet duygumuzu da toplumla bağımızı da ciddi şekilde zedeliyor.
Neyse, başa dönersek. Mutlak güce kimin sahip olması gerektiği kararı bir yana, şiddet tekeline kimin sahip olduğu aşikar olsa da kendine göre bir miktarda şiddetle yaşamayı seçenlere karşı bu büyük gücün nasıl kullanılacağı, toplumun adalet duygusunu belirliyor.
Mevcut durumda süper kahramanlara da sahip olmadığımızdan, şiddetin hakim olduğu bir toplumdan nasıl kurtulacağımızı, adaletin herkes için sağlandığı bir düzeni, faniler olarak kendimizin kurması gerekiyor.
(AS)