Kitaplarla aramda tuhaf bir bağ olduğunu hep söylerim. En ihtiyacım olduğu zamanlarda istediğim olanı getiren, beni bulan, hayatıma bağdaş kuran kitaplar var hayatımda. Bu yüzden kitaplarla yaşamak hep çok çekici, hep çok umutlu, hep çok canlı... Sanki bir yerlerde bir kitap tanrısı var da, içimizde olan biteni anlayıp, biz ölümlülere bir yerlerden yollayıveriyor kitapları. “Algıda seçicilik” deyip de olayın büyüsünü bozmaya hiç niyetim yok. Biraz da uçan bir yazı olabilir mi bu! Öyleyse koltuklarınızı dik, pencerelerinizi açık, telefonlarınızı kapalı konuma getirebilirsin sevgili okuyucu.
Uzun yıllar bir yerde çalıştıktan sonra işyerinden istifa eden, alıp başını dünyayı gezen ya da doğaya yerleşen insanların hikayelerine bir şekilde denk geliyoruz. “Hayat onlara güzel” deyip, “aman da ne kadar şanslılar” deyip (ki şans gökten zembille inen bir şey olmuyor elbette) çıkıyoruz işin içinden ve Pazar günlerinin içimize kasvet yayan öğleden sonralarında bir “yeni” haftaya daha hazırlanmaya çalışıyoruz. Hangi yeni? Mecburen gidilen ve sevmediğiniz bir işiniz varsa, gitgide kendisinize yabancılaşıyorsanız ya da kendinizi çalıştığınız yerde demirbaş bir eşya gibi hissetmeye başladıysanız, yaratıcılığınızın/üretkenliğinizin tükendiğini hissediyorsanız, gökyüzünü, toprağı, ağacı görmeden saatler hatta koca bir günü geçiriyorsanız, emekliliğinizi dört gözle bekliyorsanız, size koskoca bir yıl içerisinde lütfedilen iki haftayı iple çekiyorsanız her geçen hafta, gerçekten ne kadar “yeni” olabilir ki?
Emre Ertegün, (kendisi yazaR değil, yazaN olarak anılmak istese de ben yazaR demeyi tercih edeceğim), Mart ayında sessiz sedasız bir kitap çıkarıverdi. Kitabı açar açmaz karşımıza önemli bir not çıkıyor; “Bu kitabın hiçbir hakkı saklı değildir.”
Kitabın çıktığı bir yayınevi yok, bu yüzden kitapçılarda para ile satın alınabilen bir kitap değil. Kitap, topluluk desteğiyle hayata geçirilen bir ilk kitap olma özelliğini taşıyor. Bu ne demek? Yani kitabın kapak tasarımından, baskısına; düzeltisinden, dağıtımına kadar her şey gönüllülükle ve topluluk desteğiyle yapılıyor. Ve Emre’nin çevresindeki ya da çevresindekilerin çevresindeki insanlar tarafından maddi, manevi desteklenmesiyle hayata geçiriliyor.
Kitapta Emre Ertegün’ün şehir hayatından, köy hayatına geçişinin, tüketim alışkanlıklarını değiştirmesinin, hayatının merkezine “paylaşım” kavramını oturtmasının, doğayla ve kendisiyle nasıl içten ve barışık bir bağ kurabildiğinin adım adım keyifli öyküsünü okuyoruz. Yazarın kendi deyimiyle “sıradan bir insanın sıradan olmayan iki yılının öyküsü”. Bu kitabı neden yazdığını ise şu sözlerle anlatıyor;
“Ben dünyanın güzel bir yer olmasını istiyor ve bunun hayaliyle yaşıyorum. Bu durum eskiden de çok farklı değildi ama son yıllarda yaşıyor olduğum dönüşümle anahtarı bulduğumu hissediyorum. Kapıyı açan anahtar, işe kendimle başlamak oldu. (...)Bir kısım insan bu şekilde yaşadığında ve kendisi üzerinden ilerleyip, ‘kendi gerçeğinin’ peşinde koştuğunda, kendilerine ve dünyaya daha fazla hizmet ettiklerini halihazırda görüyor, şahit oluyorum. Daha fazla insan bunu yaptığında ise -yakın ya da uzak gelecekte- bir gün büyük çaplı dönüşümün de gerçekleşebileceğini biliyorum. İşte bu kitap vasıtasıyla, dikkati kendimize vermenin ve işe kendimizden başlamanın önemini haykırmak istiyorum.”
Ve uyarıyor;
“Bu kitap, ‘ben yaptım, siz de böyle yapın!’ diyerek okuyanlara yol gösterme cüretinde bulunduğum bir kitap değil. Genelleme yapmaktan, akıl fikir vermekten mümkün olduğunca uzak durmaya çalıştım, iyisiyle kötüsüyle kendimi ortaya koydum. (...)Zira ihtiyacımız olan cesaret ve diğer bütün şeyler zaten hepimizin içinde. Dışarıdan gelen bir örnek, bunu olsa olsa daha kolay görmemizi sağlıyor. ”
Kitabın oldukça doğal ve tereddütsüz bir anlatımının olması, Emre’nin çeşitli zamanlarda yazdığı blog yazılarından alıntılar yapması, bu süreçte dostlarıyla mektuplaşmalarından kesitler sunması ve kutsal kitaplardan çok kıymetli Bolo’Bolo’ya göndermelerde bulunması da kitabın kuşkusuz çekici taraflarından.
Kitapta, yazarın temel meselesini dile getiren çok önemli iki kişinin ayak izlerine rastlıyoruz. Biri Gandhi’nin “Dünyada görmek istediğiniz değişimin kendisi olun” ifadesi, bir diğeri de Ursula Le Guin’in Mülksüzler kitabında geçen şu cümleler; “ Devrimi satın alamazsınız. Devrim yapamazsınız. Devrim olabilirsiniz ancak... ”
Bu minvalde Emre, ıslığı olan kişilerden. Bir ıslık tutturmuş gidiyor. Kimseyi ıslığının ne kadar güzel olduğuna ikna etmeye ya da bu ıslığın notalarını öğretmeye yeltenmiyor. Farklı seslerle bu ıslığı daha da güçlendirip, hep beraber bir ritm tutturma, sere serpe dans edebilme konusunda olabildiğince ilham veriyor.
Kitabın arka kapağında “Ederi yoktur, hediyesi çoktur” yazmasının oldukça anlamlı bir amacı var. Kitap, onu okumak isteyen herkese hediye. Kimseden önceden belirlenmiş bir karşılık beklentisi yok. Kitap bitiminde karşılığını nasıl vermek istediğiniz size kalıyor. Bu bir para armağanı da olabilir, ekolojik yöntemlerle üretilmiş ürünler, yoga dersi, diş hekimliği hizmeti, kitap gibi aklınıza gelebilecek diğer başka şeyler de...
Ve bu sayede Emre Ertegün, “armağan ekonomisi” denilen kavramla tanışmamıza vesile oluyor. Peki nedir bu armağan ekonomisi? Yazarın söylemiyle çok kısaca ifade edersek; “İdealde kendine yeten bir topluluk ekonomisidir yani önceden belirlenmiş bir karşılığa dayanmayan alışveriş ilişkisidir. Birisi size herhangi bir ürün, hizmet vs. sunduğunda, anlaşmayla bunun belli bir karşılığı önceden belirlenmez. Ürünü, hizmeti alan siz bunun sonucunda hissettiğiniz teşekkür karşılığında o kişiye bir karşılık vermek isterseniz, içinizden gelen her ne ise onu iletirsiniz. “
Armağan ekonomisine dair daha detaylı bilgiler kitabın içerisinde hem de uygulamalı olarak yerini buluyor. Hatta Emre buna dair bir deney de yapıyor; “Kolektif ‘yeni’yi kurma yolculuğunda bir deney” ve kendisi için bu deneyin nasılına dair şunları söylüyor;
“Paylaşım kavramını hayatımın tam merkezine yerleştirerek, maddi/manevineyim varsa ortaya sererek ve her türlü ihtiyacımı dile/yazıya getirerek, almaktan da vermekten de çekinmeyerek. Çok yeni tanıştığım insanlarla bile armağan ekonomisini sonuna kadar hissederek ve hayatımda uygulamaya çalışarak. Çevremdekilerin ihtiyaçlarına fazlaca hassasiyet göstererek ve elimden gelen en fazla oranda onlara destek olarak.”
“Yeni”ye Doğru kitabı, aynı zamanda bir “içeri”ye doğru olarak da okunabilir. Neyin içerisine? Kendinizin, doğanın, sadeliğin, basitliğin, paylaşımın, topluluğun içerisine...
Ve aynı zamanda bir “dışarı”ya doğru olarak da okunabilir. Neyin dışına? Sınırlandırmaların, gereksiz hırsların/hiyerarşilerin, tüketimin, sıkışmışlığın, bencilliğin dışarısına...
Kitapta eleştiriye açık noktaların olduğu gibi herkesin kendi ihtiyacına dair bulabileceği bir yığın şey de var; bu sevdiğiniz bir işin, bir şeyin peşinden koşmak da olabilir, doğaya biraz daha yüzünüzü dönmek de; tüketim alışkanlıklarınızı değiştirmek için bir motivasyon desteği de olabilir, size cesaret verecek bir ilham da...
Ancak bu her ne ise kitabı okuduktan sonra olası yaşam değişikliklerinden, istifalardan, arı sokmalarından, şehirde uyuyamamalardan müessesemiz sorumlu değildir. Elçiye zeval olmazmış.
Kitabın dağıtım noktaları facebook sayfasında yazılı ancak ben yine bir kısmını buraya da not düşeyim;
İstanbul'da - Kadıköy'de Naboo Cafe'den, Moda'da Nefess Yoga'dan, Söğütlüçeşme'de Mutlu İnsan Mutfağı'ndan, Beşiktaş'ta KafeNA'dan, Tünel'de Galata Şifahanesi'nden edinebilirsiniz.
Ankara, Eskişehir, Bursa, Antalya, İzmir, Dalyan, Çanakkale ve diğer dağıtım noktaları/kişileri için de daha önce belirttiğim gibi Yeni’ye Doğru’nun Facebook sayfasından ulaşabilirsiniz. (TI/EA)