İlk kitabı olmasına rağmen kurgusunu ve diyaloglarının uzunluğunu ve çarpıcılığını beğendiğim “Buluşma” adlı romanından sonra bu kez de “Hiç Kimse” ile karşımıza çıkıveriyor Mansur Ayık.
İlk romanını okuyanlar hatırlayacaktır ama okumayanlara çok kısaca bilgi vermek için belirteyim: “Buluşma”, yıllar sonra öğrencilik yıllarında müdavimi oldukları çay bahçesinde buluşma sözü veren dönemin devrimcilerinin aktif politik yaşamlarından geriye ne kaldığını ve buluşma halinde dünyaya nasıl baktıklarını değişik yaşam öyküleri üzerinden işleyen bir roman. Eski devrimcilerden sermayedar olan, halen aktif mücadele eden, çok aktif olmasa da değerlerini koruyabilen, ihanet eden; bunların hepsi aynı masada yer alabilir mi? Alırlarsa aralarındaki konuşma nasıl olabilir? Boşuna mı yaşandı geçmiş, yoksa güzeldi ama o dönemde mi kalmalıydı her şey? Ya da biz mi boyun eğdik çağın tahakkümüne? İşte bunları yeniden ortaya koyan ve üzerlerinde düşündüren bir romandı Buluşma. Peki ya ‘Hiç Kimse’?
Aslında bir değerlendirme yazısı düşünüyordum ama o meşhur tabiri ile roman henüz yayınlandığı için “spoiler” verme durumuna düşmüş olmamak için tabiri caizse içerikten alabildiğine soyutlanmış bir tespit yazısı yazmaya karar verdim. Sanıyorum ki belirli bir süre sonra değerlendirme yazıları yazılır.
İki roman arasında köprü kuracak olursam bunun devrimci mücadele içinde ya da çeperinde yer alan insanların yaşamlarının öykülenmesi olarak ifade edebilirim. İkinci ve en önemli husus ise Ayık’ın kahramanlarını adeta anti-kahraman olarak sunması. Süper kahraman, kurtarıcı figürler değil tam aksine düşen, şaşan, hatta yozlaşan insanların tekrar ve tekrar pek de istemedikleri bir kendileri ile yüzleşme süreci iki romanda da öne çıkıyor. Bu tarzı gerçek hayata dokunduğu için olumlu buluyorum zira tanrısal bir güç ile biz gariban okuyucuların arasındaki farkı minör seviyelere indiren bir tarz bu.
“Hiç Kimse” yazarlığının doruğuna eriştikten sonra başarısız işlere imza atan Yaman’ın hikayesi. Başarısız işlerinden sonra tekrar su üstüne çıkıp bir de hep o hak ettiğini düşündüğü şöhretini tekrar elde etmek ve perçinlemek için arkadaşının ıssız bir yerdeki köyevine yerleşir Yaman. Orada hayatının romanını yazacak ve kendisine dudak bükenlerin tümü ile hesaplaşacaktır. Şöhreti ise ona daha güçlü bir narsisizm kazandırmış, yoldaşı-hayat arkadaşı Funda’ya karşı da lafı esirgemeyelim, rezil bir duruma düşürmüştür. Yaman bu hicretin ardından yazacağı muhteşem eseri ile herşeyin üstesinden gelecek ve tekrar Funda’ya kavuşacaktır.
İnsan kendisini tanımadıkça, en yakınındakileri diğer bir özne olarak değil adeta nesne olarak gördükçe işler pek kolay olmadığı gibi daha da kötüye gidiyor. İşte Yaman’ın öyküsü de bunun üzerinden ilerliyor. Tamir edeceğini sandığı her adım onun yalnızlığını artırdığı gibi nerede ise kendisini sevenlerin ve ona destek olanların nefretini kazanmaktan başka bir işe yaramıyor.
Bu çöküş süregiderken hiç ummadık birisi Yaman’ın hayata bakışını o görünümde sınırlı haliyle değiştiriyor: Adnan. “Hiç Kimse” ismini, Adnan isimli gencin öztanımından alıyor. Sevdiği kıza götürdüğü hediyeyi kim getirdiği sorulunca ‘Hiç Kimse’ diyen Adnan’dan. Adnan horlanan, dışlanan, baba şiddetine sürekli maruz kalan bir genç. Bu gencin sıradışı görüntüsü ve engelli yaşamı Yaman’ın da onu günümüzün en büyük ayrımcılıklarından birisi olan “ayrıcalıklı empati” diyebileceğim bir perspektifte görmesine yol açıyor. Birisiyle empati kurduğumuzu düşünürken aslında o insanı ne kadar küçük gördüğümüzü ve kendi korkularımızı, ‘Öteki’nde olanın bizi de bulması lanetinin olasılıkları gibi nedenlerle sözümona ona sevecen yaklaştığımızı fark edemiyoruz.
Romandaki diyaloglar ise yine kuvvetli; yaşamda karşımıza çıkabilecek türdenler ve ifade ettikleri, gösterdikleri şeyler zaten yaşamlarımızdan kesitler. Ayık’ın diyalogları romanın akıcılığını sürekli hale getiren türden; en güzel konuları dahi akıcılığı sağlamadan işlemek okuyucunun sayfa çevirmesini yavaşlatır ya da durdurur; “Hiç Kimse” sayfaları çevirtecek türden.
Romanda politik tartışmalara da sıkça rastlayacak okuyucu; Kürt sorunu, kitlelerden kopuk entelektüel yaşam, sosyal medya üzerinden keskin mesajlar ve bir yandan kurulan yankı odaları diğer yandan Bauman’ın deyimi ile ‘akışkanlık’; romanda bunları bulmak ve üzerlerine yeniden düşünmek kaçınılmaz.
Negatif bir diyalektikten yana olduğum için anti-kahraman eserleri önemli buluyorum, seviyorum. Öznelerarası ilişkilerin tüm bir insanlığa hasredilebilecek bir evrenselliğin temelini kurma konusunda temel oluşturabileceği konusunda hep bir ikna edilme sorunum oldu. Evrensel adı altında tikelin yutulduğu, asimile edildiği, gerektiğinde ya tedrici ya da aniden yok edildiği bir dünyada tikelliğin evrensel ile olası çelişkilerini tanımayan bir felsefi çerçeve bana hep sorunlu geldi. Tikelin izole, evrensel ile ilişkisini yadırgayan ve adeta yok sayan felsefi düşünceler kadar ters. Tikel ile evrenselin çelişkisini çözmek zorunda değil hiçbir düşünce; bilakis o çelişki içinde birlikte var olmanın nasıl olabilirliğine kafa yorulmalı.
Velhasıl, hem okuması keyifli hem de üzerine -katılmak zorunlu değil; benim de katılmadığım yanlar var ama spoiler yok!- düşünülesi bir eser çıkarmış ortaya tekrar Mansur Ayık. Bu tür eserlerin politik düşünce literatürünün örselense de süregiden inşasına bir im koyduklarını düşünüyorum. Berfo’dan, Funda’dan, Meryem’den, Elif Teyze’den, Yaman’dan, Adnan’dan duyduklarımız ile. Düşenlerin, değişenlerin, kalanların, sürekli var olanların dünyasına bir im. Sevgi, selam ile.
Hiç Kimse / Satırlar Kirlenmeden Önce, Mansur Ayık, Öteki Yayınevi, 2024, 244 sf.
(CK/AS)