Küçücüktüm, anneannemlerin sokağında o mahalleden çocuklarla yakan top oynuyorduk. Sıcak yüzünden iyice susamıştım ama eve gitsem büyük iş, terledim diye azarlanıp üstümü değiştirtecekler falan, gitmiyorum. O gün tanıştığım oyun arkadaşlarımdan biri “Gel bizim evden iç, annem fabrikada çalışıyor, kimse yok evde!” diyor. İkiletmiyorum, beraber kızın evine yollanıyoruz hemen. Aynı mahallede ama birkaç sokak arkada bir ev. Bahçesi kupkuru çorak toprak, sağda solda boş Vita Yağı tenekeleri. Evin kapısını boynuna bağladığı ipin ucundaki anahtar ile açıyor. Evin içinde sadece bir halı tezgâhı, yerlerde minderler var. Nerdeyse hiç eşya yok, şaşırdığımı belli etmemeye çalışıyorum. Kötü kokuyor içerisi, kötü bir yağda kızarmış soğan, toz, ter, rutubet kokuyor. Yüzümü gözümü buruşturmamaya çalışarak uzattığı suyu içiyorum. Kapıdan çıkarken oyun arkadaşım omzuma dokunuyor; “Bize geldiğini annenlere söyleme emi” diyor, “Neden?” diyorum, “Biz fakiriz ya annem kimsenin evimizi görmesini istemiyor” diyor, “Tamam” diyorum çocuk aklımla “Fakir olduğunuzu kimseye söylemeyeceğim, söz.”
Birkaç ay önce Antalya’da yaşadıkları gecekondu yanmaya başlayınca evde mahsur kalan 2, 6 ve 8 yaşındaki üç kardeşi hatırlarsınız. Mahallelinin ve itfaiyenin gayreti ile üçü de kurtarıldı ama sağlık çalışanları üç kardeşi hastaneye götürmek için ambulansa taşıdıklarında hastaneye götürüleceğini öğrenen 8 yaşındaki çocuğun “Beni hastaneye götürmeyin, annemin parası yok.” diye ağlamaya başlaması gitmiyor bir türlü aklımdan.
Kocası hapiste olan, hurda toplayarak beş çocuğuna bakmaya çalışan anneyi ve hurdaların parasını almaya giderken mecburen evde bıraktığı çocukların çıkan yangında dumandan boğularak can verdiği olayı da hatırlıyorsunuzdur. Mine Şenocaklı’nın Oksijen gazetesinde yoksulluk üzerine yazdığı yazı İzmir’de ölen o beş çocuğun isimleri ile başlıyor; Peri, Masal, Bulut, Nefes ve Aslan.
Şenocaklı’nın konuştuğu, dört çocuk sahibi başka bir yoksul kadın, İzmir’deki o feci olaydan bahsederek “Beterin beteri var. Günlerdir içim parçalanıyor. Kendimi hep o annenin yerine koyuyorum. ‘İyi ki sobamız yok’ diyorum o günden beri! Ama çocuklar soğuktan hep hastalanıyor.” diyor. Evde bir sobanın olmamasına sevinecek bir şey bulmaya çalışmak bazen yoksulluk. Kadınlar, yaşlılar, göçmenler, engelliler vb. tüm savunmasız ve kırılgan nüfus yapılarını diğerlerinden daha keskin bir şekilde etkiliyor ama yoksulluk her zaman en çok çocukları vuruyor.
İzmir merkezli bir sivil toplum kuruluşu olan Bir Arada Yaşarız Eğitim ve Toplumsal Araştırmalar Vakfı'nın (BAYETAV) 2025 İzmir Kış Barometresi’ni okurken o çocuklar geçiyor aklımdan. Vakıf, bu barometreyi şehrin dinamiklerini anlamak ve değişen eğilimleri takip etmek amacıyla hazırlıyor. Her sayıda bulunan standart başlıklara (İzmirlilerin şehre dair duygu durumları, memnuniyetleri, kimlik ve aidiyet algıları, belediye hizmetlerine bakış açıları, Türkiye gündemine dair görüşleri vb) ilaveten bir de özel temaya ilişkin verileri paylaşıyor. Kış sayısının özel teması ise yoksulluk: İzmir’de giderek derinleşen yoksulluk ve İzmirlilerin yoksulluğu bireysel ve toplumsal yaşamda nasıl deneyimlediğini anlamak amaçlanmış.

İzmir Barometresi: Özgür ama yoksul bir şehir
Raporda, yoksulluğun sadece gelir eksikliği ile açıklanamayacağı, yoksulluğun en çok yoksunluk, dışlanma ve geleceksizlik hissi olduğu yazıyor. Son derece haklı bir yaklaşımla bu bakış açısının, yoksulluğun kadınlaşması, çalışan yoksulluğu, eğitim/istihdam dışı gençler gibi çeşitli yoksulluk biçimlerini anlamayı zorunlu kıldığı belirtiliyor.
Yılda bir kez tatile gitmek, öngörülemeyen bir masrafı karşılamak ve eskimiş mobilyaları değiştirmek katılımcıların %60’ından fazlası için erişilebilir değil. Isınma neredeyse her 10 kişiden 4’ünün sorunuyken nitelikli beslenmeye katılımcıların yarısından fazlasının erişimi bulunmuyor. Her 10 katılımcıdan 4’ü son üç ayda mutfak harcamalarından tasarruf etmek zorunda kaldığını söylüyor.
Her 10 katılımcıdan 7’si, yoksulluğun sebebinin “başarısız devlet politikaları” olduğunu ve “toplumdaki adaletsizliklerden kaynaklandığını” düşünüyor. Yoksulluğun yoksul kişinin başarısızlığından kaynaklandığı düşüncesine katılımcıların yarısından fazlası itiraz ediyor.
Şubat 2025 ayında yayınlanan rapora göre İzmirliler son 3 ayda ülkenin en önemli gündeminin açık ara farkla (%44,5) “Ekonomi”. “Hukuk ve adalet” (%11,9) ve “Kartalkaya otel yangını” (%8,2) olduğunu düşünüyor. İzmirliler ekonomik durumları ile ilgili olarak ne hissettikleriyle ilgili soruya en yüksek olarak “stresli”, “kaygılı” ve “öfkeli” yanıtını veriyor. Bu üç duyguyu güvensizlik, çaresizlik ve güçsüzlük duyguları izliyor.
Gençlerin yoksulluk deneyimlerinde öne çıkan en şiddetli duygu “mahcubiyet”. Özellikle aileye ve sosyal çevreye karşı hissedilen bu mahcubiyet duygusu derin; “Zor duruma düşünce yaş ilerledikçe ailemden para istemeye utanıyorum. Onlar iste diyorlar ama oradan geldiğim için onların durumunu da biliyorum, ağrıma gidiyor. Akrabalarım evlerine gittiğimde cebime para koyuyorlar, kendimi çok kötü hissediyorum, sonuçta 24 yaşındayım. O yüzden onların evine de gitmiyorum.” diyor bir genç.
Temel ihtiyaç dışında harcama gerektiren her türlü eylemden kaçınarak hayatı durdurduklarını söylüyor bir diğeri; “Onun dışında, ben borç almamaya çalışıyorum. Paraya ihtiyacım olunca bir duruyorum yani. Hayatımı da durduruyorum borç almamak için. Gündelik işlere bakıyorum, oradan gelen şeyle geçinmeye çalışıyorum. Genelde zaten çok düşündüğümüz için paramızı nereye harcayıp nereye harcamamalıyıza dair. Diyelim ki o an benim paraya ihtiyacım var; iş dışında hiçbir şey yapmıyorum. Dışarı çıkmıyorum, ulaşıma para vermiyorum, eve alışveriş yapmıyorum, beslenmeye, giyime hiçbir şeye para harcamıyorum. Sadece işe gidip geliyorum. Başka hiçbir şey yapmıyorum. Hayatı durdurmaktan kastım o.”
Raporu okurken bazen dalıp gidiyorum, içim sıkışıyor anılarla. İlkokulda sınıf arkadaşlarımdan yoksul olanlar vardı ama özellikle bir tanesini hiç unutmuyorum. Kimseyle arkadaş olmayan, ısrarımıza rağmen bizimle oynamayan, çelimsiz bir kızdı. Resmi bir bayram günü idi, yaşadığımız taşra şehrinin tek meydanında tören vardı. Okul müdürü nedense o bayram herkesin okul önlüğü ve bando kıyafetinin altına beyaz ayakkabı giymesini zorunlu tuttuğundan beyaz ayakkabılarımızı giymiş, kolalı yakalarımızla ve ütülü kıyafetlerimizle tören alanına ulaşmıştık. Sıcak bir gündü, nemli havadan mı yoksa yapılan sıkıcı tören konuşmalarından mı bilinmez birbirimize sataşmaya başladık. Bir ara gözüm kızın ayakkabısına takıldı, bir gariplik vardı. Ayakkabısının burun kısmında siyahlıklar vardı, ayakkabısının beyaz rengi belli ki yürürken çatlamış ve dökülmüştü. Beyaz ayakkabı alacak para olmadığı için kireç benzeri bir boyayla beyaza boyanmıştı siyah ayakkabı, anladım. Gözlerimi kaçırmak istedim ama geç kalmıştım, kızla göz göze geldik bir anda. O kaygılı bakışı ömrüm boyunca unutmama imkân yok. O bakış her aklıma geldiğinde yoksulluğun benim için en çok kaygılı, derin bir yalnızlık olduğunu düşünürüm.
Yoksulluğun kendisini illa ki çaresizlik şeklinde göstermesi gerekmiyor. Cem Uzan’ın sahibi olduğu, 1999 yılında basılmaya başlayan Star Gazetesi’ni hatırlarsınız. Gazetenin ilk sayısı ile birlikte o zamanlar Türkiye’ye yeni giren “Pringles” marka patates cipsinin bedava verileceği duyurulmuştu. Cipsin fiyatı gazete fiyatının beş katı falan. Küçük değilim, genç bir kadınım. Yaşadığımız apartmana biraz mesafede bir gazete bayi var, sabah bayiye uğrayıp çıkan yeni gazeteyi alayım diye düşünüyorum. Erken sayılabilecek bir saatte yollanıyorum büfeye. “Hiç kalmadı” diyor büfeci, “İnanamazsın, büfeyi açmaya geldiğimde kuyruk köşe başındaydı. Nerdeyse hepsi yaşlı, torunlarına Pringles almak için bastonla sıra bekledi insanlar”. Şaşırıyorum, et değil, süt değil diyorum, patates cipsi. İçim sıkışıyor dinlerken.
Aynı sıkışma hissini bu olaydan nerdeyse yirmi yıl sonra Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nın yoksul ailelere destek için dağıttığı Başkent Kart hakkında bir haberi okurken yaşıyorum. İhtiyaç sahiplerinin Büyükşehir Belediyesi tarafından yüklenen limitler doğrultusunda yaptığı harcamalara ilişkin bilgi verirken, Mansur Yavaş gıda harcamaları içinde “çikolata” ürünlerinin, genel harcamalar içinde de oyuncak harcamalarının dikkat çektiğini söylerken Pringles kuyruğunda bekleyen yaşlılar aklıma geliyor. Gazete bayilerine patates cipsi için hücum ettiren de Başkent Kart ile oyuncak aldıran da aynı şey aslında. Sadece insan gibi yaşayıp çocuğunu çoluğunu sevindirebilme ihtiyacı. O yüzden sadece güçsüzlük değil çoğunca gıpta etmektir yoksulluk. “Keşke benim de…” diye başlayan cümlelerdir.
Okuduktan sonra günlerce kendime gelemediğim bir başka haber yine İzmir’den. Küçük kızı aniden ateşlenip kendinden geçince ne yapacağını bilemeyen ve taksiye verecek parası olmadığı için kızını kucağına alıp sokaklar boyunca hastaneye koşarken kalp krizi geçirip ölen babadan söz ediyorum. BAYETAV’ın raporunu okurken, beyaz ayakkabı alamadığı için siyah ayakkabısını kireçle boyayan o kızın gözlerindeki kaygı; pahalı olduğu için alamadığı patates cipsini torununa verebilmek için bastonuyla saatlerce bekleyen o dedenin gözlerindeki güçsüzlük; hastalanan kızını hastaneye koşarak yetiştirmeye çalışan babanın neredeyse cinayet sayılabilecek çaresizliği, hepsi, hepsi teker teker gelip tam göğüs kafesime oturuyor yine.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne yönelik “Kent Uzlaşısı” soruşturması kapsamında tutuklanan, sağlığına bir şey olacak diye günlerce endişelendiğimiz ve nihayet tutukluluğu ev hapsine çevrilen Mahir Polat da yoksulluktan gelen biri. Mahir Polat yoksullukla ilişkisini bir anneler günü mesajında şöyle anlatmış; “Annem benim dağ gibi bir insandı. Yoksulluğumdan utanmamayı bana o öğretti. Yaşım 9, okulda öğretmen söyledi; ‘yarın fotoğraf çekilecek annenize söyleyin para göndersin’ Annem buldu parayı, avucuma sıkıştırdı. Avucum önlük cebimde, içinde para sıkılı. Kara tahta önünde sırayla fotoğrafımız çekildi. Sıkmaktan ısınmış parayı masaya bıraktım. Hatırladım... İçimizde yaşayandan başka bir dünya var mı gerçekten.”
Ne yazık ki dünya her gün daha zalimleşiyor. Yoksulluk ile mücadeleyi biz hayattayken kazanmak zor, biliyoruz. Yine de “Olanın olmayana, bilenin bilmeyene borcu var bu dünyada” derler ya, o hesap işte. Peri, Masal, Bulut, Nefes ve Aslan için artık çok geç. Ama senin, benim, hepimizin hâlâ bu ülkede her gün yatağa aç giren 2 milyon çocuğa insanca bir yaşam borcu var. O yüzden dayanışmaya ve umut etmeye devam etmemiz gerek. Hak, hukuk, adalet!
(AA/HA)