Şimdilerde okuduğum birkaç kitap, yazı ve röportajın bana düşündürdüklerinden hareketle uzun zaman daha toplumumuzun ve dünyanın gündeminde kalacağı anlaşılan hesaplaşma meselesiyle ilgili dilimin döndüğünce aklımdan geçenleri anlatmaya çalışacağım.
İlk kitabımız Acı Bir Başlangıç (Javier Marias, Çeviren-Seda Ersavcı-YKY) isimli bir roman. Kitap Franco dönemiyle (1939-1975) ilgili, bizim (en azından benim) pek de haberimizin olmadığı birçok boyuta dikkat çekiyor. Kitapta devlet ve dinin baskısı altında sürdürülmek zorunda kalınan evliliklerin yanı sıra özellikle faşizmin “erkek aklı”nın bir parçası olduğunu ve “birleştirme”nin, “nizama sokma”nın insan hayatları için ne derece tahrip edici olabileceğini de görüyoruz. Aynı zamanda işlenen suçun tek başına Franco tarafından değil bütün toplumca bir biçimde paylaşıldığını ve bu ortak olmanın kısmen nasıl şekillendiğini de okuyabiliyoruz.
Benim asıl dikkatimi çekense Franco dönemiyle romanda da anlatıldığı üzere “hesaplaşmama, halının altına süpürme, affetme, unutma…” üzerine kurulan hayatlar ve bugün. 36 yıl ülkeye kan kusturmuş, Hitler, Musolini, Salazar gibilerle her daim kol kola olmuş bir iktidarın yaptıkları unutuluvermiş. Gerçekte ise unutulmuyor. İşlenen derin, kanlı suçun sonuçlarını bugün de görüyoruz. Vox nereden çıktı dersiniz? Şu ilk olarak katıldığı AP seçimlerinde 3 sandalye kazanan ırkçı parti. Ya da haklarını hukuklarını savundukları için hapsedilen, sürgünde yaşamak zorunda kalan Katalan politikacıların başlarına gelenler. Ya da silahlı mücadeleyi bitirdikleri halde sürek avına maruz kalan Bask devrimcilerin yaşadıkları. Elbette aynı yerden! Hala bir anıt mezarda tutulan Franco’nun (Yakın zamanda aile mezarlığına taşıma kararı alındı ama 1976’dan bu yana oradaydı) ve olanlara gözlerini kapatan dünyanın ellerinden…
Almanya Nazi geçmişiyle hesaplaştı mı?
Sonra çok uzağa gitmiyoruz, kamerayı Almanya’ya çeviriyoruz:
Neo-nazi ayaklanması burada gördüklerinizden ibaret olsa ciddiye alınmayabilir. Fakat iki hafta önce yapılan seçimlerde onları temsil eden Alternatif Partisi (AfD) oyunu yüzde 7'den yüzde 10,8'e çıkardı.
Peki Almanya Nazi geçmişiyle nasıl “hesaplaştı" da bugün bunlara şahit oluyoruz. Aslında en azından Demokratik Almanya’da ciddi bir hesaplaşmanın yaşanmadığını, faşizmi artık Batı’nın bir meselesi olarak gördükleri biliniyor. “…Nazi rejiminin yalnızca faşist bir dalganın değil, aynı anda buna müsait ve amade bir toplumsallığın suçu olduğuna dair bir tartışma yürütülmüyordu…” (Osman Oğuz-Yeni Özgür Politika-Doğu Almanya neden AfD’yi seçti?) Buradan da anlaşılan milliyetçilikle-ırkçılıkla hesaplaşılmayıp köklü bir sorgulamaya girişilmediği. Bugün elbette başta neo-liberalizmin özellikle Doğu Almanya’da etkili olan tahribatı bir yana, faşist AfD’ye verilen desteği (AfD Doğu Almanya eyaletlerinin tamamında en azından ikinci parti, ikisinde ise birinci parti oldu.) biraz da faşizmi kriminal bir mesele olarak görme eksikliği/yanlışlığına borçlu olabilir miyiz?
Orta Avrupa ülkesi Macaristan’da da bugün Horthyci faşizmin(1) allanıp pullanmasını bu ülkenin “sosyalist” iktidarının 2. Dünya Savaşı sonrası faşist geçmişle yeterince hesaplaşmamasına kısmen de olsa borçlu olabilir miyiz, ne dersiniz?
Batı Almanya’ya gelince, evet yargılamalar yapıldı, başta eğitim olmak üzere, toplumsal alanlarda bazı ciddi adımlar atıldı. Fakat Nazi istihbarat örgütünün 2. Dünya Savaşı’nın son günlerinde komünizme karşı mücadeleye devam etmek adına yaklaşık 4 bin mensubunun CIA’ye transferinin yapılması (Meraklısı İçin Entrikalar Kitabı-Murat Yetkin-DK) örneğinde olduğu gibi, görünen Avrupa’yı kendinin kurtardığı bir yer ve artık kendi toprağı sayan ABD’nin işleri/hesaplaşmayı sadece kendi gereksinimi kadar ileriye götürdüğü. Burada kuşkusuz aynı dönemde ABD’de siyahlara dönük yoğun bir ırkçılığın, ayrımcılığın yaşandığı da hesaba katılmalı.
Bugün AB, bütün Avrupa’da kendisini çiğnemeye kararlı neo-faşist bir yükselişle karşı karşıya. Demokratik hakları için mücadele edenlere karşı şiddet uygulamaktan çekinmeyen devletlerin, iş sokaklarda trampet ritmi, nazi üniformaları ve faşist sembollerle yürümeyi sıradanlaştıran, sağa sola saldıran bu toplulukları görünce her nedense akıllarına “düşünce özgürlüğü” geliyor.
Devrimcilerin içtenliği
Yakın zamanda okuduğum “Bitmedi Daha…”(H.Selim Açan-Sel) ve Kayıp bir Devrimin Hikayesi (Faruk Eren-İletişim) iki kitap da farklı kentler ve zaman dilimlerini de içeren, devrimcilerin coşku ve samimiyetini boylu boyunca yansıtan birer “anı” kitabı. Kitaplar aynı zamanda 60’lı yılların son periyodunda egemenlerce başlatılmış bir iç savaşın kurbanları olan kuşakları da resmediyor.
Kitaplardan anladığım karşı taraf ne kadar büyük bir uluslararası fikri ve fiziki tecrübeyle zamanı örmüşse/örüyorsa biz tersine olabildiğine amatörmüşüz/amatörüz, bu anlamda yenilgiye mahkummuşuz/mahkumuz.
Arjantin’de silahlı mücadele üzerine hazırladığım bir yazıyı okuyan, 70’li yıllarda devrimci hareket içinde etkili pozisyonlarda bulunmuş bir arkadaş daha çok Arjantin-1976 darbesini kastederek “keşke bunları 1980 öncesi bilebilseydik…” türünden bir şey söylemişti. Özeti şu ABD ve müttefikleri bütün dünyada darbeler, katliamlar, çeşitli düzeylerde manüplasyonlarla “başarıdan başarıya koşarken” bunların biz doğru düzgün bilgisine bile sahip değildik, kim biliyordu? Bilinebilir miydi ayrı mesele…
Solun elbette birçok “yanlış”ı da vardı. Örneğin sol içi şiddet-çatışma gibi, bunların kuşkusuz ideolojik olarak köklü bir özeleştirisinin yapılması her anlamda hayati. Yukarıdaki her iki kitapta da kısmen bu meseleye değini var. Fakat asıl ihtiyaç olan şey solun kendi kendiyle hesaplaşmasında 12 Eylül’e paralel olarak yaşanan çok boyutlu yenilginin, özellikle ideolojik boyutunun sorgulanması. Elbette bu çok önce yapılmalıydı ve yapmaya çalışanlar da oldu. Fakat gözüken o ki bugün Türkiye’de yaşanan köklü krize rağmen, devrimcilerin alternatif olamamasında sorunun düğümlendiği yer burası olabilir. Bu “yenildik, o halde yanlış yaptık” anlamına gelmiyor, “nasıl zafere ulaşabiliriz” üzerine özellikle bütün dünyayı hesaba katarak yeniden düşünmemiz ve yapmamız gerektiğini anlatıyor…
Belki de önce “yenilgiye mahkum” ruh halini terk edip kendi kendimize acımayı bırakmalıyız. “Bitmedi daha…”nın direncine yeni başlangıçlar katabilmeliyiz…
Adalet-eşitlik-özeleştiri-siyasal sorumluluk
Dünyanın ve ülkemizin içine düştüğü çukurla ilgili hepimizin sorumluluğu büyük. Kimsenin bir diğerini suçlayarak bu lanet dönemi aşması mümkün değil. Kendimce biraz da geçmişle hesaplaşma pratikleri anlamında en iddialı olan Arjantin örneğini düşünerek bir toplumsal hesaplaşma için (ya da geleceği kazanmak için de diyebilirsiniz) bazı olmazsa olmaz düsturlar belirlemeye çalıştım. Bunlar tıpkı başlıktaki gibi adalet-eşitlik-özeleştiri- Bu durum kaçınılmaz olarak öncelikle “Kürt sorunu” diye ifade edilen ama gerçekte artık bugün TC’nin kendini tanımladığı “kimlik”in krizi olarak tartışılmak zorunda. Adalet öncelikle cürüm işleyenlerin ve teşvik edenlerin yargılamasını kapsamak zorunda. Ayrıca adalet maddi manevi tazmini de içermeli. Gasp edilenler sahiplerine iade edilmeli. Başta “onurlu ve özgür yaşamak” isteyen Kürdün önündeki engeller olmak üzere hepimizi birer mahkuma dönüştüren “hukuki düzen” sonlandırılmalı. Yerine bütün toplumun katılımıyla yeni bir ortaklık kurulmalı. Bizden binlerce yıl önce bu işi Hititler nasıl becermiş merak edenlere Prof. Dr. Andreas Schachner’la Nuray Pehlivan’ın yaptığı röportajı tavsiye ederim.(3) Geçmişte “biz haklıydık”ın bugün bir karşılığı yok, bugün “burada” olmamak daha önemli. Ama buradayız. Özeleştiri daha önce de belirttiğim gibi toplumsal olmak zorunda. Bunun anlamı geçmişin üzerinde hep beraber tepinmek değil. Bugün yaptıklarımızı, geleceğimizi ortak bir hafızanın ürünü haline getirmek. Yoksa bugün ülkemizde yaşandığı üzere pekala Topal Osman gibi katiller bugünümüzü de belirler. Özeleştiri derken sanıyorum niye ısrarla kendi “makbul Kürd”ümüzü aradığımızı yoksa icat etmeye çalıştığımızı da düşünmek zorundayız. Çünkü aradığınız Kürt çoğu zaman meşgul çalıyor (işkence yapılıyor, infaz ediliyor, zindanların derinliklerine kapatılıyor, ailesini avukatlarını göremiyor…) o zaman biz hemen telefonu kapatıyoruz, bir daha aramıyoruz… Siyasal sorumluluk, toplumsallaşmış ortak hafızanın “iktidar” olması anlamına geliyor. Arjantin örneğine bakacak olursak yeterince derinlemesine yapılmamış/yapılamamış bir hesaplaşma bizi tekrar katillerin şerrinden korumaya yetmeyebiliyor, yetmiyor daha doğrusu. Bazı arkadaşlarım “Bu yazdıkların ancak devrim olursa olacak şeyler.” diyor. Haklılar! Sadece unutulan bunun şimdi olacağı ve bizim tarafımızdan yapılacağı… (AS/AS) (1)Miklós Horthy, Macaristan’da Béla Kun liderliğinde 1919’da gerçekleştirilen sosyalist devrimin bastırılmasında Fransız destekli Romanya kuvvetlerinin yanında yer aldı. Sonrası kral naibi olarak 15 Ekim 1944’e kadar iktidarda kaldı. İktidardayken Hitler’le benzer politikalara imza attı. 1941’de Almanya lehine savaşa katıldı. Savaş sonrası kısa bir süre hapis kaldı fakat ABD’liler tarafından kurulan Nürnberg mahkemelerinde sadece “bir tanık” olarak yer aldı. (2)https://www.bbc.com/turkce/ (3)https://www.gazeteduvar.com