bir rus atasözü: “çok fazla bilirsen, çabuk yaşlanıp buruşursun” (*)
bilmenin acıttığını savundum hep, başka bir gözle bakıp farkına varmanın, görmenin de...
ama alina bronsky’nin “cam kırıkları parkı”nı okuyana kadar bu rus atasözünü bilmiyordum. evet bilmek yaşlandırıyor, buruşuklaştırıyor, buruyor insanı...
tıpkı “herkesin bir ‘ötekisi’ olduğunu” bilmek gibi...
“renkler ve zevkler tartışılmaz” der, kendimizce bir “beğeni modeli” yaratır, bazıları sever ya da sevmeyiz. ama hiçbir zaman bu kadarla kalmaz. bıçak sırtı kadar ince bir sınırı aşar ve ötekileştiririz de!
hemen herkesin “ötekileştirdiği” biri ya da birileri var bu dünyada ve çevremizde.
etnik köken, cins kimlik, fiziksel özellikler, güzellik çirkinlik, şişmanlık, zayıflık, sarışınlık, esmerlik, ekonomik durum ya da statü, inanç, felsefi ya da politik düşünce...
bunlardan mutlaka birisinin neden olduğu bir “tutum” bu. özel olarak dikkât edilmez de bu tutumun farkına varılıp vazgeçilmezse böyle.
azınlık ya da çoğunluk olmak, baskın ta da tabi olmak, doğrudan ilişki içinde bulunmak ya da bulunmamak, sevmek ya da sevmemek gerekmiyor, böyle bir tutum için.
oysa insanlar varolduğu andan başlayarak “eşit” sayılıyor...
ama böyle olmadığı, olunmadığı da açık!..
“kabul etmek”, hatta “olduğu gibi kabul etmek” ötekileştirmemenin ilk adımı. ama en yüksek dağların zirvesine, uzayın derinliklerine gidebilen insan bu ilk adımı atamıyor çoğunlukla, nedense!
siz kendi “öteki”nizin, “ötekilerinizin” farkında mısınız? ya da ne kadar farkındasınız?
“öteki”mizin ve ona, onlara yönelik tutumlarımızın farkında mıyız?
son kertede “yaratılanı yaratandan ötürü sevenler” ya da “söyleyenler” dahil bunun farkında mı. karar alırken, uygularken, bakarken ya da göz ardı edip yok sayarken bunların farkın da mı?
bir ayna gerek!
dünyaya kocaman bir ayna gerekiyor, herkesi kendisine gösterecek. belki o zaman bunun farkına varılır. bir boş hayal belki ama olması gereken böyle!
yaptıkları, tuttukları aynalar kocaman mı değil bilmem ama sanatçılar, edebiyaçılar bunu yapmaya çalışıyor en çok.
bazılarının aynaları çok büyük. daha doğrusu kendi büyüklükleriyle koşut. büyük ya da küçük ama ama bıkmadan usanmadan, belki zaman zaman da uyanarak bu ayna tutma işini yapıyorlar.
bu defalık benim aynam söz ettiğim o romanı yazan “alina bronsky” oldu.
kendine göre büyük bir ayna oluşturmuş yazdığı ilk romanı “cam kırıkları parkı”yla.
adı onun uydurması, “müstear” yani yazarlık adı. araştırdım ama gerçek adını bulamadım. kendisi koymuş bu adı. sevdiği rus şairi ve nobel ödüllü “joseph brodsky”nin adıyla “bronx”u birleştirerek bulduğunu söylüyor bir söyleşisinde. sevmiş bu adı.
yaşı 35, rusya’da ural dağları’nın yamacındaki yekaterinburg’da doğmuş. babası bir fizikçi, annesi ise astronot. 13 yaşındayken almanya’ya taşınmışlar. ilkin tıp okumaya karar vermiş, bence iyi de yapmış ve sonra bırakmış tıbbı. bir gazetede bir metin yazarı ve editör olarak çalışmaya başlamış. yazmayı sevmiş, seviyor. erken yaşta evlenmiş üstelik; bir çok şeyi internetten onunla ilgili ama eşinin adını ve ne yaptığını da öğrenemedim. demek ki internet her şeyi söylemiyor!
ama “üç çocuğu olduğunu ve aslında bir “çiftçi karısı” olmak istediğini söylüyor bir başka söyleşisinde.
cam kırıkları parkı
“cam kırıkları parkı” ilk romanı 2008’de almanya’da yayımlanmış. almanya’nın en önemli edebiyat ödüllerinden biri olan ingeborg bachmann ödülü’ne de aday gösterilmiş.
ithaki yayınları tarafından basılan roman bir göç ve tutunma hikâyesi anlatıyor aslında. almanya'ya göç eden henüz 17 yaşındaki bir rus kızı ve ailesinin başına gelenlerin hikayesi. yok yaşama tutunmayı kastetmiyorum aslında. bulunduğu yere tutunma daha çok anlatmak istediğim, tüm göç hikâyelerinde olduğu gibi.
anlatılan hikâyenin gerçeklik boyutu ne kadar bilmiyorum. ama bildiğim ilk romanlarda bu boyutun mutlaka olduğu. alina’nın ilk romanından iki yıl sonra yazdığı ikinci romanı “die schärfsten gerichte der tatarischen küche (2010) / the hottest dishes of the tartar cuisine 2012)” de anlattığı büyükanne ile kız torunu anlattığı 316 sayfalık romanında kendi yaşamıyla koşutluklar olduğunu söylemesi bu düşüncemi güçlendiriyor. en azından kimi ayrıntıların birebir olduğundan kuşkum yok.
cam kırıkları parkı’nda sasha naiman anlatıyor bize kendisinin ve ailesinin başına gelenleri. sasha asıl adıyla “alexandra”, romanın başında kendisini ve ailesini tanıtıyor bize.
babasını hiç tanımamış bir kız o; güzel, alımlı, biraz saf, ama duyarlı bir sahne sanatçısı olan annesi marina da babasından söz etmeyi sevmiyor; o yüzden babayı bilmiyoruz. ama başka bir baba, bir üvey baba var romanda: vadim!
iki de annesinin ondan doğurduğu kardeş: dokuz yaşındaki kendine has bir çocuk olan erkek kardeşi anton ve küçük ama çok bilmiş alissa. annesi günün birisinde tutum ve davranışları nedeniyle çekilmez bir adam olan vadim’e kapıyı gösteriyor. vadim ses etmeden çıkıp gidiyor. zaman zaman çocuklarını görmek için geliyor “eski” evine. çoğu zaman marina evde yoktur. sasha göz kulak olur, üvey babasıyla kardeşlerine genellikle.
marina sonra harry’yi sever ve evin “yeni babası” harry olur. günün birisinde de vadim eve gelir ve marina ile harry’yi öldürür, sonra da polise teslim olur.
yalnız kalan çocukların sosyal hizmetler tarafından başka ailelere verilmesini birden bire ortaya çıkan, vadim’in kuzeni maria ve yine birden bire büyüyen sasha tarafından engellenir. bu cinayete tanık olan sasha’nın artık yapmak istediği iki şey vardır: bir yolunu bulup vadim’i öldürmek ve annesi marina’yla ilgili bir kitap yazmak. yolu vadim’le söyleşi yapan bir gazetenin editörü ve oğluyla kesişir, bu ise ona başka bir dünyanın ve yaşamın kapısını aralar.
225 sayfalık roman bu “üç çocuğun” başından geçenleri ve bu yaşadıklarının yaşadıkları toplumdaki yansıları, değerlendirilmesi, çok küçük şeylerin bile büyüyerek yol açtığı olayları, bu arada da sasha’nın büyümesini birinci elden anlatır.
roman tüm bunları yaparken aslında arka planında göç edilen bir yerde yaşanan bir ötekileştirme hikâyesini anlatıyor.
küreselleşme ve küreselleşememe
küreselleşme sınırları kaldırsa da insanların kafalarındaki sınırların gerçek anlamda kaybolması çok kolay değil. birebir aynı olmayanlar, ister doğulu, ister batılı, ister hristiyan, ister müslüman ya da başka bir dinden olsun, gittikleri yerin yerleşik insanları için hep ve her zaman bir “öteki”.
öz yurtlarından başka yerde yaşamayı yeğleyen ya da sıkça karşılaşıldığı gibi böyle yaşamak zorunda kalan yazarlar sıklıkla bu ötekileştirmeye değiniyorlar. bunu yaparken genellikle bir “alarm işareti” ya da bu romanda oldukları gibi bazen “imdat çığlığı” atıyorlar aslında. sasha'nın yazdığı “cam kırıkları parkı” da bu çığlığın dile geldiği romanlardan birisi. ilk olmanın kimi eksiklik ve fazlalıklarını içerse de bence bir modern ya da “çağdaş” roman. ingeborg bachman ödülüne aday gösterilmesi ve almanya’da çok okunması, hatta bir filminin (yönetmen: catherine kress, 2013) çevrilmesi, bu fimin bu yılın başında ocak ayında almanya’da max ophüls festivali’nde, birisi fritz raff senaryo ödülü (bettina blümner); diğeri “en iyi genç kadın oyuncu” ödülü (jasna fritzi bauer), alması, kitap almanya da yayınlandıktan hemen sonra theaterhaus frankfurt / frankfurter autoren theater, brotfabrik tarafından oyunlaştırılarak sahnelenmesi de sanırım bunun göstergelerinden birisi.
sasha’nın anlattıklarından yola çıkarak rus alina bronsky’nin ya da onun gibi olup da bir roman yazarak, bilinir, tanınır olmayan benzerlerinin “ötekileştirilip ötekileştirilmediği” sorgulanmalı.
almanların bir bölümü bu yanlarının farkına vardı aslında. ama bunu tüm almanlar için söylemek olanaklı değil. hele hele “ötekileştirme”nin çok uç, “şiddet” unsurunu içeren kimi olayları düşününce bu durumun “vahameti”nin henüz ortadan kalmadığını söylemek olası. en azından bunun için alman yazın dünyasının yalnızca kendi ülkelerinde yaşayan “göçmen” yazarların, iyi ve dünyaca ünlü yazarların yapıtlarını değil, henüz yeni tanınan ama kendi içlerinde yaşayan “menekşe toprak” (1) gibi yazarların, ya da kendi toplumunda göçmen gibi yaşayanları anlatan “judith hermann” (2) gibi yazarların yapıtlarını da daha çok okumalı ve kendilerine bu yolla tutulan aynaya bakmayı başarmalılar.
aynısını aslında “göç” alan tüm ülkelerin, ve tabii türkiye’de de yapılması gerekli. tüm “öteki”lerin aslında bizim “ötekileştirdiğimiz”, aslında bizim de tam da bu yüzden “öteki” olduğumuzu göz ardı etmemeliyiz.
kendi “öteki”ne çevirmek
alina bu romanı almanca yazmış, eğer rusça yazmış olsaydı ve yalnızca rusya’da okunsaydı, orada okuduklarından yola çıkarak ruslar, kendi çevrelerinde bulunan almanlara yönelik dıştan olmasa da, içten içe tıpkı sasha’nın duyduğu tepkiye benzer bir tepki duyacak, fiilen olmasa da içlerinden onları “öteki” sayacaklardı muhtemelen.
işte başka bir alman brecht'in kendi tiyatrosunun temel unsurlarından birisi olan “yabancılaştırma”yı bir unsur olarak sahne sanatının, daha genelde de sanata bir pencere açacak şekilde getirmesinin nedeni bu aynanın işlevini gerçek anlamda göstermesidir.
onun için yalnızca kimliklere değil, onların nerede ve kimlerin içinde/arasında olduklarına da bakmak gerekiyor, gerçekleri görebilmek, hissedebilmek, anlayabilmek için. tam da bu nedenle bu romanı rusya’da alman helga’nın başına gelenler, türkiye de de somalili “lul barake”, ya da kürt “rojin” olarak yazmalı ve okumalı.
bence alina doğru yapmış ve hikâyesini almanca yazarak; derdini almanlara anlatmış öncelikle, çünkü onların bilmesi gerekiyor, almanya’da yaşayan rusların, romenlerin, bulgarların, bosnalıların, türklerin yaşadıklarını. yine yazdığı bir “iyi roman” olduğu için çok kısa süre içinde ingilizce’ye ve başka dillere çevrilmiş. çünkü bu dillerde okuyabilenler için de önemli tüm bunların anlatılması.
amaç dünyanın bütün parklarını “cam kırıkları”nın olmadığı “cennet bahçelerine çevirmek” olmalı. bunun için en yakınımızdaki parktan başlayabilir ve oradaki ötekileri kendimizden biri sayarak başlayabiliriz.
dünyanın bütün çiçekleri, çiçektir ve her çiçek güzel olmanın ötesinde dünyayı güzelleştiren bir renktir, kokudur, dünyayı dünya yapan bir unsurdur. dünyanın bütün çiçeklerini o ülkenin, bu ülkenin bu coğrafyanın çiçeği olarak değil “dünyanın çiçeği” olarak görmeyi ve sevmeyi başarabildiğimizde belki de “öteki” kalmayacak insanlık için.
künye: cam kırıkları parkı (roman), alina bronsky (çev: çiğdem güler)
ithaki yayınları: 825, istanbul, ocak 2013 ısbn: 978-605-375-257-8, 225 sayfa,
(*) bu yazıyı 1977’de kurulan iskoçlu “simple minds’in birkaç gün önce yayınlanan romanla aynı adlı albümlerinde yer alan ve albüme adını veren “broken glass park” adlı son parçalarını dinleyerek okuyabilirsiniz.
(1) temmuz çocukları, menekşe toprak, yapı kredi yayınları, ed.952; istanbul, ocak 2011
isbn: 978-975-08-1940-7; 253 sayfa
(2) yaz evi, daha sonra (öykü)judith hermann (çev: ilknur özdemir) metis yayınları, istanbul, kasım 2005 isbn: 975-342-540-6, 152 sayfa