Aslında askeri vesayetin siyaseti kendi arzularına göre biçimlendirme gayretleri, "siber-muhtıralar" silsilesinin 27 Nisanda ilk depremini gerçekleştirmesi ve seçim kampanyasının başlangıç düdüğünü çalmasından önce başladı.
2006da Yeni Terörle Mücadele Yasasının basına tanıtım turlarını ordu mensupları yapmıştı. Yine 2006'dan itibaren, Genelkurmayın verdiği mesajlarda Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan bu yana hiç bu denli tehdit altında olmadığı vurgusu resmi ağızdan dile getirilmiş ve adım adım terörün, "insan hakları" ve "azınlıklar" konusuyla bağlantılarına dikkat çekilmeye başlanmıştı. Tehdit kaynağı olarak da, Iraktaki yaşamsal önem taşıyan gelişmeler ve Türkiye için hayati değer taşıyan Kıbrıs konulu tartışmalar gösterilmişti.
Terör olgusu, Genelkurmayın tüm konuşmalarında hep ama hep öne çıkarılmıştı. Üstelik iki nicelikte terör söz konusuydu; "silahlı" ve "silahsız". Şayet ordu, Türkiyenin üniter devlet yapısını tehdit eden bu tip dış tehditlerle karşı karşıya kalırsa, her türlü tedbiri kendine biçilen görev kabilinde alacak, bu da iç siyasete müdahale kabul edilmeyecekti.
Bir "total toplum" projesi
Askeri vesayet rejiminin siyasetin sınırlarını her zaman çizmesi, bu sınırın dışına taşılması ihtimaline karşı da legal ve illegal "önlemler" alması, yaklaşık 50 yıldır Türkiyenin bilindik gerçekleri. Siyasi gazeteci cinayetleri, neredeyse gazetecilik tarihi kadar eski bu topraklarda. Sularının çekilmesiyle derin devletin enkazının ortaya çıkması, toplumsal fay hatlarının üzerinde zıplanması sonucu nefret ve kargaşanın baş göstermesi de "normal" karşılanabilir.
Tuhaf olan, ordunun bu sefer tüm toplumun kalbini ve beynini, bilgi toplumunun tüm olanaklarını kullanarak amaçlarında nefer olarak kullanmak üzere ele geçirmek üzere yola çıkan ve hayat memat meselesi saydığı bir savaşa zaten girişmiş olması. Bu savaşın bir çıkar çatışması ve iktidar çekişmesi olduğu da muhakkak, ancak buna ek olarak iç ve dış siyasette gayet net hedeflerinin olduğun artık farkında değil miyiz? Bir total toplum projesi ile karşı karşıya Türkiye. İdeal modeli merak eden Çini enine boyuna inceleyebilir. Kemalist ve ulusalcı olanını tahayyül etmek kaydıyla.
2006-2007 boyu verilen mesaj, ordunun hâkimi yönetici kanadın, varoluşunu tehlikeye düşürecek boyuttaki tehditlerle karşı karşıya olduğu kanaatinde olduğuydu. Bir anlamda, eğer bir tehdit söz konusuysa, daha doğrusu şahsınıza bir saldırı potansiyeli olduğunu kabul ediyorsanız; meşru müdafaa önlemleri almak için hakkınız da vardır. Bu, kendince haklı bir gerekçeydi; kısasa kısas da denebilir.
Tehdit algısı?
Sorulacak soru, tehdit algısının ne olduğudur. Yoksa her an herkes bir şeyin tehditi altında olduğunu iddia edebilir. Silahsız teröre de savaş açacaksanız, bu tarz "teyakkuz"u da sürekli olarak şeffaflık yanlısı, demokratikleşme taraftarı, insan haklarını savunan, azınlıkların da talep ettikleri haklarının tartışılması gerektiğini söyleyenler, sizi eleştirenler veya sorgulayanlar olarak tanımlarsanız, bir anda atış sahanız çok ama çok genişler. Hatta bir bakmışsınız ki, bütün dünya "düşman" olmuş. Hatta size "karanlık savaş" açmış.
Ordunun Türkiyede anayasal hakkıyla ülkenin ahval ve şeraitine (dikkat, şeriatına değil) müdahale ettiğine ilişkin rafine analizi, zaten neo-con tabir edilen Irak Savaşının mimarı Amerikalı ve İsrailli bazı kimseler de bir süredir öne sürmekteydiler. Laik orduyla gayet net pragmatik pazarlık yapmak varken, sandıktan çıkabilecek herhangi bir sosyalist/sosyal demokrat/sağcı/İslamcı/Maocu ve Mayocu iktidarı kim istesin?
Dehşete kapılmadan önce, dünyaya bakış açıları keskin çıkar çizgileriyle çizilmiş neo-conlara kızmamak gerektiğini, sadece kendi çıkarlarına en iyi hizmet edecek optimum güç odağına göre pozisyon aldıklarını görürüz. Kızılması gereken, daha dün Irak Savaşını lanetler, Iraklılara methiyeler düzer ve dünyaya insanlık-kardeşlik penceresinden baktıklarını iddia ederken, bugün Kuzey Irakta ne idüğü bir savaşa atılmamızı çok güçlü bir kitlesel refleksle protesto etmeyen bizlerizdir.
Genelkurmay Başkanlığı da, icazeti Türk halktan aldıklarını 2007 başındaki bir konuşmada dile getirmiştir. Eğer demokrasiyi gerçekten, topluca istesek ve özgürlüklerimizin gün gelip de dikta eliyle kısıtlanabileceği korkusunu biraz istesek zaten bu noktaya hiç gelmezdik. Eğer yeni sosyal hobimiz bayraklı mitingler, demokraside çare tükenmez klişesiyle yapılabilseydi de bugün her şey çok farklı olabilirdi. Hayrünnisa Gülün türbanı yüzünden sokaklara dökülen herkes, oturup da neden Savaşa Hayır! diyerek yeri göğü inletmediğini sorgulamalı.
27 Nisan: Siyasetin sonu
Hatırlatmakta yarar var, 27 Nisan Muhtırası bir siyasi partiye gelmedi. Şu veya bu sebepten sivil ve özgür düşünen, daha doğrusu askeri düşünmeyen herkese geldi.
Bir türlü fark edemesek de, 27 Nisan Muhtırası itibariyle Türkiyede siyaset yok oldu. Bundan sonra yapılan hamlelerin, gerek siyasi gerekse bireysel olarak, ya sadece kaybolan zeminde yer bulmaya çalışan beyhude çabaları, ya bu durumdan pay kapmaya çalışan desise örnekleri veya durumu tamamen yanlış okuyanların (ya da okuyamayacak denli sığ demokrasi anlayışında olanların) topluca, toplumca buz pistinceymişçesine kayarak birbirine çarpmalarından ibarettir.
Acıklı olan, yangın yerinde oturup da hala üzerinde olduğumuz zeminin toptan tutuştuğunu fark etmeden hala birbirimizi laik-İslamcı, modern-geri kalmış, Doğulu-Batılı, dindar-dinsiz, Alevi-Sünni, Kürt-Türk, kadın-erkek ve daha bin bir başka kimlik türünün kamplarına ayırıp varoluşsal hayat kavgalarımızı yapmamız.
Hak ve özgürlük savunucuları hedefte
Askerlik, fazla düşünmeden hedefe odaklı hareket etmeyi gerektirir. Hayata bir kazanılması gereken bir savaş gibi bakınca, söz konusu vatan olunca, gerisi teferruattır demek kolaylaşır. Genelkurmayın konuşmalarından, Falih Rıfkı Ataya atfedilen bir anekdotu aktarırsak, sözü edilen "hedefe odaklanmanın nasıl olduğunu daha iyi anlayabiliriz.
Amerikalı bir gazeteci Atatürke: İşlerinizde nasıl muvaffak oluyorsunuz? diye sorar. Atatürk de; Ben, bir işte nasıl muvaffak olacağımı düşünmem. O işi başarmama neler engel olabilir diye düşünürüm. Engeller ortadan kalktıktan sonra iş kendiliğinden olur.
Hedefin ne olduğunu da yine Genelkurmayın önceki açıklamalarının metaforik anlamlarını çözümleyince görebiliyoruz; Avrupa Birliği illetinin başımızdan def edilmesi, Kuzey Irakta ordunun kafasındaki projenin hayata geçmesi, özgürlük söylemleriyle iyice laçkalaşan halkın tek ideoloji şemsiyesi altına sokulması. Bu hedefe engel olanlar ise, işte burada herkes dövünmeli; 27 Nisan Muhtırasının asıl muhatabı olarak görülen ve yalnız bırakılan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ve Ne Mutlu Türküm lafının kapsama alanı dışında kalan Kürtler, bir de tek silahı kalemi, sözleri olan bir avuç hak ve özgürlükler savunucusu.
Seçimlerin olduğu, ancak özgürlüklerin olmadığı, vatandaşlık hakkının belli aralıklarla müesses nizamın dışına çıkmayan partilere oy verdiği, Atatürkçüyüm diyenin üzerine hukuki bir dokunulmazlık zırhı alıp istediği herzeyi yiyebileceği, bir Türkiyeye razı gelinemeyeceğini dillendiren herkes de bu aralar sağanak halini almaya başlayan muhtıralardan nasiplenmektedir.
Kişiye özel, adrese teslim muhtıralar tek tek tepemize binmeden de bu gerçeği görmek zorundayız artık. Bir askeri darbenin zaten olmakta olduğunu, kafamıza kung-fu darbesi şeklinde inip birileri asılıp kesilmeden de anlamamız gerekiyor. Hiç mi sevmedik azıcık tanıdığımız şu özgürlüğü? (SÖ/EK)