Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı AKP'ye kapatma davası açtı. Bu davanın mevcut antidemokratik siyasi partiler rejimi sürdürüldüğü müddetçe, açılmaması tuhaf kaçardı. AKP "türban" konusunda gösterdiği hassasiyetin pek azını bile, bu 12 Eylül vesayetine dayalı siyasi partiler rejiminin değiştirilmesi için göstermedi.
Makullük sınırındaki hemen her analiz bu gerçeğe işaret ediyor ve katılmamak mümkün değil. Az biraz konu ile ilgilenmiş herkes, Refah Partisi'ne karşı açılan kapatma davasının iddianamesinin daha "hukuki" ya da daha "delillere dayalı" olduğunu ileri süremez.
Keza, Fazilet Partisi'ne açılan dava da aynıdır. Hatta onlarla kıyaslanınca, bu iddianame, bazı yönlerden, hukuken ve dayandığı maddi olgular bakımından daha "yerli yerinde"dir. Elbette bunun takdiri Anayasa Mahkemesi'ne ait, ancak, "yüzde 47 oy almış bir partiye dava açılır mı?" diye dile getirilen argümanın fukaralığı karşısında, ister istemez, iddianamenin hakkını teslim etmek gerekiyor. Sorun yüzde 47 değil, sorun rejiminin kendisi.
Kayıkçı kavgası bitmez
Doğrusu, gene bir kayıkçı kavgası ile karşı karşıyayız. İşin esası konuşulmayacak, bolca komplo teorisi eşliğinde her kafadan bir ses çıkacak... Borsayı kimin düşürdüğü, doları kimin fırlattığı konusunda -başta ABD olmak üzere dünya mali piyasalarının krizi açıkça ortada olmasına rağmen- ekonomi sayfalarından berbat analizler dökülecek.
Muhtemelen, fatura da, daha önce Cumhurbaşkanı Sezer'e çıkarıldığı gibi, Başsavcı'ya çıkarılacak. Bu arada bol bol demokrasi nutku dinleyeceğiz. Başsavcı sayesinde bilcümle liberal, AKP savunuculuğuna geri dönecek zira...
Şemdinli ve Susurluk
Ben bir yargımı baştan söyleyeyim, bu ülkede, yakın dönemde yazılan iki siyasi iddianame, mevcut hukuk sisteminin ve rejimin bütün açmazlarını ve karanlık yüzünü görünür kılmıştır. İlki, Şemdinli iddianamesidir. Bin İp Üstünde Cambaz: Hikmet-i Hükûmet adlı yazıda bu iddianameye dayanarak açılan davanın sonucuyla ilgili bir öngörüde bulunmuştum:
"Suçlanan stratejinin daha önceki mimarları yetkili ağızlardan "bin operasyon" yaptıklarını itiraf etmişlerdi. Bin operasyona ne oldu? Susurluk vardı hani. Meclis araştırma komisyonu kurmuştu. Raporu var. Yeşil diye biri vardı, son günlerde oğlu vesilesiyle tekrar gündeme geldi. Yeşil'e ne oldu? Susurluk ne oldu? Ve daha niceleri... Onlara ne olduysa o olacak. Bari savcıya bir şey olmasın. Kenan Evren'e dava açan savcının meslekten men edildiği, herhalde unutulmamıştır.
"Ben de hoşa gitsin gitmesin bildik nakaratımı tekrar edeyim: Bu meseleleri ne savcılar çözebilir ne de mahkemeler; sınıf mücadelesi bağımlı sınıflar, ezilenler lehine kazanılmadan, maalesef, Hikmet-i Hükûmet, bildiği gibi bindiği bin ip üstünde cambazlıklarına devam eder."
Değişen ne?
Esasta, ki esas sınıf ilişkileridir, hiçbir şey değişmiş değil... Ancak AKP artık göstermelik de olsa rejim muhalifi bir parti değil, bizzat rejimin kendisi. Karşımızda, hegemonyasını bağımlı sınıflar üzerinde de tesis etmeyi başarmış bir tarihsel blok oluşuyor. Bu tarihsel blok, "metropol sermaye, ABD, her renkten Türkiye burjuvazisi, AKP ve Türk Silahlı Kuvvetleri"nin her tarihsel blokta olduğu gibi kırılgan, iç çelişkileri olan hegemonyasına dayanıyor.
Açıkçası, metropol sermaye ve Türkiye büyük burjuvazisinin hegemonyanın AKP lehine açıkça tesisi yerine, yerli otokratlar ile küresel sermayeye entegrasyonu "ılımlı İslam" çikolatası ile sunan AKP hükümetleri arasındaki dengenin belirlediği bir uzun geçiş dönemini tercih edeceğini sanıyordum.
AKP'ye kapatma davası açılabiliyor olması bu belirlemenin de çok yanlış olmadığını elbette göstermiştir. Ancak, sürecin hızla, AKP'nin toplumsal ilişkilerin her düzeyindeki (ekonomik, siyasal, kültürel) tek parti iktidarı ile sonuçlanacağını görmemek için, safdil değilsek, fala inanıyor olmamız gerekir.
Sermaye, küresel kapitalizmin egemenleri pek öyle fal bakmaz. Elbette, toplumsal ilişkiler hiçbir komplo teorisinin açıklamayacağı kadar karmaşık, yer yer öngörülemez olumsal nedensellikler içinde işler. Fakat genel yasa, sınıf mücadelesi, hükmünü sürer. Aşağıdakiler, bağımlı sınıflar tarihsel bir özne haline dönüşmedikçe, Bonapartizm gibi istisnalar hariç, hiçbir "fal" çıkmaz.
Şundan fal bahsini açtım: Cumhuriyet gazetesi mesela, "genç subaylar" falı bakıyor. Sadece o da değil, sayarak yorulmamamız gereken bir dizi isim daha... AKP'ye kapatma davası açan savcı hakkında da bakılan fallar var. Hepsi sadece faldır.
Hakikat şudur: AKP, büyük sermayenin ve Türk Silahlı Kuvvetleri'nin oluru ile tek parti iktidarına yürümektedir. Siyasi İslamcı bir partinin tek parti iktidarı, 12 Eylül'den daha demokratik olmayacaktır.
Hukuk anlayışı
Olmayacaktır, çünkü siyasi İslam, halkımızın güzel tabiri ile "kendine Müslüman" bir hareket. Özgürlük denildiğinde, bir hareket olarak kendinin sınırlanmamasını anlıyor. Keza hukuk (başka deyişle haklar) da sadece bu anlama geliyor.
Tam olarak şöyle bir hukuk anlayışına sahipler: Cargill şirketine tarım arazisi tahsis edip işletme izni verdik mi, verdik. Kim verdi, siyasi İslamcılar olarak "biz" verdik. Mecliste çoğunluğumuz var mı, var. O halde, Cargill için özel bir yasa çıkaralım. Bu, kişiye özel yasa çıkarmak demek.
Hukuk devletinde olur mu, siyasi İslam o "hukuk devleti"nin kurucu iktidar bloğunun temel bileşeni haline dönüşünce oluyor. Hem de bir kere değil, sadece Cargill için üç kez oluyor. Yanlış anlaşılmasın ama temelde aynı zihniyete sahip 12 Eylül Anayasası yapıcıları ve onlara hizmet eden Orhan Aldıkaçtı'lar falan bile, en azından işi kitaba uydurmak konusunda biraz daha titizdiler.
İzninizle karikatürize edeyim: Elbette vereceğim örnek Türkiye değil, farazi bir ülke. Bu farazi ülkede Bakanlar Kurulu toplantısına giriyorsunuz, bir Bakan diyor ki, "bu Ahmet var ya Ahmet, canımızı sıkıyor". Bir diğeri soruyor; "kim ki bu Ahmet?". Cevap geliyor, "bu Ahmet avukat, 1982 yılında hukuk fakültesinden mezun olmuş. Ama yapıp ettiklerinde bir kusur yok, o yüzden mesleğini elinden alamıyoruz." Cin fikirli bir başka Bakan çözümü buluyor: "O zaman Hukuk Fakültesinden 1982 yılı ve öncesinde mezun olanlardan avukat olanların mesleklerini sürdürebilmeleri için Bakanlık denetiminde özel bir sınava tabi tutulmalarını düzenleyen bir yasa çıkaralım." Bu farazi ülkede, can sıkan Ahmet çoğalırsa, ne olacağını kestirebiliriz: Meclis çoğunluğu, tek tek her Ahmet'i kapatma yasası çıkarır.
Ayşe'yi kapatmak için Anayasası değiştirilen bir ülkede yaşadığımızı biliyoruz. Şimdi de, Ayşe'yi kapatan AKP'ye kapatma davası açan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısını kapatma (yetkilerini alma) yasası gündemde. Çok da abartmayalım, bu işte bildiğiniz 12 Eylül mirası "hukuk devleti"dir.
Siyasi partiler
Türkiye'deki siyasi partiler rejimi ve seçim sistemi tümüyle anti-demokratiktir. Ayrıntısına girmeyeceğim, 1982 Anayasası'nda yapılan değişikliklerle parti kapatmak, kısmen zorlaştırılmış olsa bile, pozitif hukuk, onun parçası olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin (AİHM) yarattığı içtihatlarla birlikte değerlendirildiğinde, siyasi partiler söz konusu olduğunda abartılı bir "yakın tehlike" sopası üzerinde yükselir.
Kürt hareketinin partileri "bölücü yakın tehlike"dir; siyasi İslamcı partiler ise "irticacı yakın tehlike". Rejimin mevcut mantığı içinde, öyle büyük bir çelişki falan da yoktur. AİHM kararlarında da bu "yakın tehlike" algısına esaslı bir prim verilmiştir. Biçimsel özgürlük ve biçimsel demokrasiye mesafeli biri olarak, kişisel görüşüm, mesele siyasi İslam olduğunda bunun yanlış da olmadığıdır. (Bkz. Kol Mühimse Elini Verme)
Öncesi de olmakla birlikte, Cumhuriyet Dönemi siyasi tarihimiz siyasi partiler mezarlığıdır. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Serbest Fırka ile başlar, sosyalistlerin kurduğu hemen her partinin kapatılması ile devam eder, Menderes, Osman Bölükbaşı'nın Millet Partisi'ne kilit vurur, sonra Menderes'in Demokrat Partisi'ne kilit vurulur. 12 Mart ve 12 Eylül sonrasını anmıyorum, hafızalarda daha taze olmalıdır. Burjuva siyasetinin dahi bir tür icazetle yürüdüğü bir siyasi tarihtir bu.
Bu ayrı bahis, esas sorun, 12 Eylül sonrası kurumlaşan siyasi partiler rejiminin bizzat kendisinin antidemokratik niteliğidir. Türkiye'deki siyasi partiler (ÖDP, DTP gibi sistem-dışı örnekler dışta tutulacak olursa) lider sultasına dayalı, antidemokratik "devlet malını paylaşma" gruplarıdır.
AKP hükümetleri, siyasi parti rejimini demokratikleştirmekle uğraşmadıkları gibi, parti kapatma sistemini sürdürmüş, Cargill'i, Eşme'yi ve bol miktarda ihale zarfını açıp rant dağıtırken, oy deposunu yitirmemek için Ayşe'yi kapatma peşinde koşmaktan rejimin demokratikleştirilmesini "sözde bile olsa" unutmuşlardır. (SE/TK)