Makalenin İngilizcesi için tıklayın
Saat sabah 10… Metrobüsten indim ve adliyenin C kapısına doğru yürümeye başladım. Yaklaştıkça uzaktan görülen kalabalık artıyordu. Dağınık duran kalabalık ani bir hareketle bir düzen oluşturdu. Tutuklu gazetecilerin yakınları, siyasetçiler, gazeteciler, sivil toplumcular, tutuklu gazetecileri yalnız bırakmak istemeyen onlarca insan…
Arkalarını Çağlayan Adliyesi'ne verdiler. Önlerinde ise tutuklu meslektaşlarının haberini yapmaya gelen “şimdilik özgür” gazeteciler.
Ellerde daha önce birçok eylemde gördüğüm pankartlar. "Gazetecilere özgürlük, gazetecilik suç değildir, özgür basın demokrasinin geleneğidir, haberci tutukluysa haberin olmaz…”
Tutuklu gazeteciler için Haberin Var mı İnisiyatifi’nden kısa bir basın açılaması: Gazeteciler, arkadaşlarımız, meslektaşlarımız benzerini yıllardır gördüğümüz mesnetsiz suçlamalarla karşı karşıya. İçi boş bir iddianame ile 112 günden beri Silivri Cezaevi’nde tutsaklar…
Sonrası ise siyasilerin konuşması. Hepsini dinlemeden yola koyuluyorum. Yola koyuluyorum çünkü duruşma salonunda en önden bir yer kapma derdindeyim. Meslektaşlarım Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan, Ferhat Çelik, Aydın Keser, Hülya Kılınç, Murat Ağırel ve Eren Ekinci'yi bir gazeteci olarak en önden izlemek istiyorum çünkü.
Adliyenin kapısında ateşim ölçüldükten sonra duvardaki tabelalarda 34. Ağır Ceza Mahkemesini arıyorum. Buldum, 5. katta.
Arkamdan gelen iki milletvekiliyle birlikte asansördeyiz. 5. katta durmayan asansör bizi 6. kata çıkartıyor oradan merdivenle 5. kata geri iniyoruz.
Koridorda kimsenin olmayışına seviniyorum. Güvenliğe yaklaşıyorum:
- Merhaba, gazetecilerin davasını izlemek için gelmiştim.
- Biraz bekleyin, aileleri aldıktan sonra sizleri de alacağız.
- Kaç kişi alacaksınız? Sayı belli mi?
- Altı dediler.
- Peki, teşekkür ederim…
Ve turnikelerin önünde içeri alınacağım saati beklemeye koyuluyorum. İlk sırayı kapmış olmanın verdiği heyecanla beklerken bir dakika önce boş olan koridor bir uğultuyla yankılanıyor. Eylemin bitmesiyle az önce aşağıda basın açıklaması yapan grup yukarıya çıkıyor.
Artık turnikenin önünde tek başıma değilim. Peşi sıra gelen insanlar, turnikenin başındaki güvenlik görevlilerine kimlik kartlarını göstererek duruşma salonuna açılan diğer koridora girmeye çalışıyor.
- Ben avukatım.
- Buyurun geçin.
- Ben milletvekiliyim.
- Buyurun sayın vekilim.
- Ben milletvekili danışmanıyım.
- Siz de buyurun.
- Ben sendika başkanıyım.
- Geçin.
- Ben il başkanıyım.
- Buyurun.
- Ben ilçe başkanıyım.
- Şu an sizi alamam.
- İl başkanı içeride ama.
- Tamam buyurun.
- Abi biz ne zaman gireriz?
- Biraz bekleyin. 6 kişi alacağız.
- Ben Aydın Keser’in ağabeyiyim.
- Listede adınız var mıydı? Sanık yakınlarından sadece bir kişi alabiliyoruz.
- Ben İsmail Saymaz.
- Buyurun.
- Beyefendi İsmail Saymaz’ı aldınız, yarım saattir burada sıramızı bekliyoruz biz.
- Kalabalıkta görmedim. Bekleyin.
Duruşma salonu kapısının önü ana baba günü gibi. Hani derler ya iğne atsanız yere düşmez diye. Aynı öyle.
Koronavirüs nedeniyle duruşma salonlarına alınacak kişi sayısını sınırlayan yetkililer, sanırım koridorlarda bu hastalığın bulaşıcı olmadığını düşünmüşler ve bu yönde bir adım atmamışlar.
Duruşma salonunun önündeki kalabalık büyüdükçe dışarıda kalan gazeteciler bu haksızlığa itiraz ediyor. Sesimiz yükseldikçe turnikenin arkasındaki güvenlik sayısı artıyor, sivil polisler geliyor.
Zeynep Kuray, İrem Afşin, Eylem Nazlıer, Murat Sabuncu, Meral Danyıldız, Aslıhan Elibol, Çağdaş Ulus ve şu an ismini hatırlamadığım birkaç gazeteci daha.
Milletvekilleri, milletvekili danışmanları, il başkanları, ilçe başkanları, avukatlar içeride, gazeteciler turnike önünde. Bir de listede ismi olmayan sanık yakınları…
Turnike önünde tartışma büyüdükçe sesler de yükselmeye başlıyor. CHP’li eski vekil Aylin Nazlıaka gazetecileri içeriye almak için güvenliklerle konuşuyor. Ama sonuç yine olumsuz.
Bu sefer Tuncay Özkan geliyor:
“Arkadaşlar duruşma henüz başlamadı. Birazdan içerideki herkes çıkacak. Altı sanık yakını, altı da gazeteci içeriye alınacak. Merak etmeyin.”
Tuncay beyin dediği gibi de oluyor. 10.00’da başlaması gereken duruşma 11.40 gibi başlıyor. Koridordaki herkes dağılıyor. Ama duruşma salonuna alınacak kişi kotası dolu. Kapıdaki güvenlik “İçerisi maalesef dolu. Arkadaşlarınız girmiş alamıyorum” diyor: "İçeridekilerle anlaşın, dönüşümlü girin…"
Tam bir buçuk saatlik bekleyiş. Tartışma içerisinde geçen zaman. Tutuklu gazetecilerin adalet arayışını kamuoyuna duyuramamanın verdiği üzüntü ve sinir…
Saatime bakıyorum. Çağlayan’da bir gazeteci yargılaması daha var. Bir yıl tutuklu kaldıktan sonra tahliye edilen Die Welt gazetesinin eski Türkiye temsilcisi Deniz Yücel'in davası. Duruşmanın başlamasına birkaç dakika var.
Koridoruna dahi sokulmadığımız 34. Ağır Ceza Mahkemesinin bir alt katına iniyorum. Yukarıdaki kalabalıktan eser yok. Tekrar güvenliğe yaklaşıyorum. Deniz Yücel’in davasını izlemek için geldiğimi söylüyorum. İçeride bir gazeteci olduğunu, duruşma başlarken salonun durumuna göre alınabileceğimi söylüyor.
Güvenlikle konuşurken yanımda Press in Arrest’ten Yasin Kobulan’ı fark ediyorum. Yasin’le birlikte içeriye girmeyi bekleyen uluslararası iki medya kuruluşunun temsilcisi var. Hemen arkasından da RSF’nin Türkiye Temsilcisi Erol Önderoğlu geliyor.
Birkaç dakika sonra güvenlik turnikeyi bize açtığında mahkeme salonuna alındığımızı düşünüyoruz. Fakat duruşma salonunun önüne geldiğimizde bir başka güvenlik “İçeride yer yok” diyor.
Ufak bir konuşmanın ardından bir, daha sonra da aramızdan seçeceğimiz iki kişinin içeriye girmesine izin veriyor. Davanın boyutunu düşünerek uluslararası gözlemcilere "Siz girin" diyor, biz dışarıda kalıyoruz.
Bir günde iki dava. İki davayı da izleyememenin üzüntüsü ve siniri. Koronavirüs günlerinde adliye gazeteciliği. Adalet arayışına eksik tanıklık.
Akşamına gelen eksik adalet. "Şimdilik özgür" olan bizler için tek temenni gerçek adalet...