Mıgırdiç Margosyan ustayı, dün Kumkapı Ermeni Patrikhanesi Meryemana kilisesinde kendisine yakışır tören ve akabinde Şişli Ermeni mezarlığına defnettik. Diyarbakır Pîran (Dicle)’ın Herêdan (Kırkpınar) köyünden yanımda götürdüğüm toprağını gavur mahallesi kitabı ile birlikte mezar toprağına naaşı ile birlikte sarmaladık.
O, babası Sarkis’in “Hele söle oğlım nerelisen” sorusuna! “Herêdanli, Heredanli...” diyen adam. Belki de mümkün olaydı öz bir memleket toprağına gömülmek isterdi. Ama olmadı. Çok istedik köyünden bir iki dönüm toprak alıp yaşarken kendisine armağan etmeyi! Mümkün olmadı, satmadılar, vermediler. Madem öyle iki avuç toprağıyla buluşarak toprağın altına girsin istedim. Öyle de oldu...
Patrikhanedeki törende uğurlama konuşması yapan ruhani köklere dair zarif bir gönderme yaptı. Bir ağacın bütün parçaları “hangimiz daha önemli” diye birbirleriyle tartışıyorlarmış. Meyveler; “en önemli ve değerli olan biziz, çünkü hepiniz bize hizmet ediyorsunuz” diyormuş. Yapraklar, “biziz ki sizlere yaşam kaynağı, biz olmasak ayakta açlıkla ölürsünüz” dermiş. Dallar; “Biz, biz sizi taşıyoruz, biz olmazsak neyin üzerinde duracaksınız” dermiş. Gövde; “Ben birleştiriyorum hepinizi” deyip noktayı koymuşken! Aniden şiddetli bir fırtına çıkmış. O birbiriyle tartışan ağacın yaprakları, meyveleri, dalları darmadağın olmuş. Sonra bir yıldırım ağacın gövdesini ortasından ikiye bölüp yakmış ağacı. Bütün sesler ve tartışmalar bir anda sona ermiş. Zaman geçmiş üzerinden ve baharın ağacın kökü fısır fısır konuşmaya başlamış. Yeni sürgünler vermiş. Yeniden filizlenmiş tekrar yaşamaya başlamış ağaç...
İşte galiba bu meselde olduğu gibi Mıgırdiç üstat geçmişin penceresinden bugüne akıp gelen bir kök hikâyesi. Daha 15 yaşında bir gençken başlayan 84’ünde öte yakaya göçünceye kadar uzun yılların anlamaya, sonra anlamlandırmaya, en sonunda da anlatmaya varan hikâyesi. Doğduğu ve hep yüzünü döndürerek edebiyatını kurduğu kadim şehrin köklerinin yaşamında çok özel ve anlamlı hali pür melalini. O varoluşa adanmış hayatı sanki!
Diyarbakır’da zamanın bir noktasında donmuş anların ve anıların edebiyatla yoğrulan hâli. Kovulanlar, reddedilenler, ötekileştirilenler, katledilenleri yine mağdurların ve mazlumların gözünden dilinden anlatmak. İşte sanki yaptığı tam da buydu üstadın.
Çocukluk ve hemen ilk gençlik yaşanmışlıklarından geride ne kalmışsa adeta bir ömür boyu terkisinde taşıyarak ilmek ilmek kurmuştu edebiyatını. Onbeşinden sonraki kalan yetmiş yılı tümüyle şehrinden uzakta geçse de sanki hiç ayrılmamış gibi yazmış anlatmış, konuşmuş ve yeniden yeniden bir film kurgusu gibi yazmıştı. Adeta kendi senaryosunun oyuncusu misali. Baştan sona bütün yazdıklarını okuduğumuzda fark ederiz ki o yazdığı metinlerin her yerinde duruyor, yürüyor ve yaşıyordu.
Hastalık sürecinde sık sık görüşüyorduk. Baharda bir Diyarbakır buluşması yapalım dediğimde, sanki kendisi de inanmıyormuş gibi “zor iş, bu hastalık, tedavi bezdirdi...” deyivermişti.
Sonunda o da gitti işte...
Yazdım, bir daha yazayım. Son gelişlerinden birindeydi. Özel izinle girmiştik ilk kitabına ad olan Gavur Mahallesine. Abdullah Demirbaş’ın sur belediye Başkanlığı döneminde adı verilen ve evinin bulunduğu “Mıgırdiç Margosyan Sokağı” artık yoktu. Dümdüz bir tarlaya dönmüştü.
Bir sokak ötedeki benim evimin bulunduğu sokak da artık yoktu. Suratımızdan düşen bin parça misali hüzün ve öfkeyle çıkmıştık mahalleden. Yolda “hele şu boyacılara gidelim de ayakkabılarımıza birer fırça vursunlar” demişti. Bırak abi, mahalle sokak gitti, ev de gitti. Bari tozu kalsın demiştim. Hoş şimdi tozu da kalmadı ya! Yerine bize ait olmayan ucube evler, mekanlar yaptılar.
Mıgırdiç Margosyan ağabey sadece yazdıkları, edebiyatı ile değil! Ruhuyla da bir memleket sevdalısıydı. Eşi Selma Abla demişti bir kez bana; “Dünyanın neresinden davet etseler hiç heyecanlanmaz ve ‘bakarız ederiz’ filan der. Ama Diyarbakır olunca gözleri parlar. ‘Mutlaka gitmeliyim’ der” demişti.
Bir gün suriçinde birlikte yürürken ve önüne gelenle selamlaşırken; “yaw Şeğmus bilisen, imza mimza, kitap mitap walla hikâye! Aha bu caddede bir yürümek yetiyor insana...” demişti.
Dört yıl önce 2018 TÜYAP Diyarbakır kitap fuarının onur yazarıydı. Ona suriçinin kadim mekanlarından birinde 80. Yaşgünü armağan gecesi yapmıştık. Sunucu bendim. Hayli mutlu ve keyifliydi. Eski öğrencisi Udi Yervant sahneye çıktığında “mutlaka birkaç dilden birlikte oku; Ermenice, Kürtçe, Türkçe...” demişti.
Diyarbekir insan kadrini kıymetini bilen bir şehirdir. Ustaya her gelişinde kucak açtı. Ve o da çok sevildiğini hep bildi. Okurlarının her biri her gelişinde yeniden yeniden ve bir daha yeniden aynı kitapları imzalatıyorlardı. Sırf birkaç kelam etmek, bir fotoğraf karesinde anı kalıcılaştırmak isteğiyle. Bu, usta için de mutluluğun diğer adıydı adeta.
Göçüp gitti işte!
Hani William Saroyan “mezarım Frezno (ABD)’da, kalbim Erivan’da, ruhum da Bitlis göğünde kanatlanmış uçuyor” demişti ya!
Mıgırdiç Axparigin de ruhu hep o kadim surların üzerinde kanat çırpacak, hem de dünya durdukça. (ŞD/AS)