PKK'nın herhangi bir eylemi sonrasında Türkiye'deki medyanın ezberi hiç bozulmuyor: "hain saldırı", "kalleş pusu", "alçak tuzak" gibi sıfatlarla haber başlıyor; "... terörist öldü,... asker şehit" gibi klasikleşen konumlandırma içeren başlıklar ve tanımlamalarla haber yapılandırılıyor.
Ardından bir başka ezberi görüyoruz: "... ve şehitlerin cenaze töreninde gözyaşı sel oldu aktı", "... şehit annesi yürekleri dağladı", " ... acılı baba bir oğlum daha olsa verirdim dedi" "vatansızlara inat vatan sağolsun".
Cenaze törenine katılanlardan bir diğer ezber yükselir ve haberlerin öncelikli öğesi olur: "Şehitler ölmez vatan bölünmez." Ezber devam eder: "Türkiye tek yürek oldu"
Ana akım medyanın gazetecilerinin mikrofon ve kameraları asker ve hükümet yetkililerine yönelir. PKK saldırısının ardından askerlerin nasıl teröristlerin peşine düştüğü, operasyonların hangi teknolojik araçlarla ve ne tür jetlerle devam ettirildiği, sınır ötesinde askeri harekâtın sürdürülmekte olduğu bilgileriyle devam eder.
Acımızın büyük olduğu ama yıldırılamayacağımız; Türkiye'nin güçlü bir ülke olduğu klişeleri önce resmi yetkililer ardından da medya tarafından yinelenir durur yani olan-bitene nasıl bakmamız ve nasıl bir duruş sergilememiz gerektiğinin bilgisi askeri ve politik iktidara sahip yetkililerce medya aracılığıyla halka duyurulur.
Asker yakınlarına önerilen şehitlik mertebesi yani ancak öte dünyada erişilebilen nihai cennet veya özgürleşimdir; halka öğütlenen ise tam da teröristlerin hedeflediği gibi terörden korkmaması ve ne siyasilerin yönetme yeteneği ne de askerin savunma becerisinden kuşkuya düşmemesidir.
Farklı bir anlatımla gerçekte 1980 sonrası yükselen siyasal İslam ile Kürt milliyetçiliği veya Kürt kimliğinin tanınması talepleriyle zora giren hegemonyanın daha da sarsılmaması çabalarıdır. Burada medyaya düşen ise 1984 yılından bu yana militarist, milliyetçi ve nefrete içkin haber söylemlerinin kurulması ve yeniden yeniden üretilmesidir.
Bu yazımında temel meselesini oluşturduğu üzere başlığı hemen yineleyim her zamankinden daha çok ihtiyacımız var barış gazeteciliğine. Şiddeti öne çıkaran, tarihsel olarak çatışmanın nefret boyutunu öne çıkaran dolayısıyla hayli milliyetçi ve militarist bakış açılı haber öykülerini resmi kurum ve kuruluşların bakışıyla sunan habercilik pratiği savaş gazeteciliğidir.
Kuşkusuz her bir gazeteciyi savaşı veya çatışmayı son derece bilinçli ve iradi olarak yapmaktadır anlamında yapmıyorum bu tespiti. Genel kabul gören gazetecilik normları ve gündelik haber yapma uğraşında yerleşikleşen rutinler ve ezberler temelli gazetecilik yapıldığında-tıpkı şu anda ana-akım medyanın yaptığı gibi- farkında olarak veya olmayarak çatışmayı tetiklemektedir.
Pek çok haber ve köşe yazısı başbakanın "taşeronlar" ve karakol komutanının söylediği öne sürülen "istihbarat zaafiyeti" eksenli olarak kaleme alındı ve alınmaya devam ediyor. Bu iki olgu ağırlıklı olarak ayrı ayrı ele alınıyor ama ben ikisini birlikte değerlendireceğim.
Hem istihbarat eksikliği hem de taşeronlar meselesinin uluslararası bağları vardır ve ülkenin uluslar arası ilişkilerine göndermede bulunur. Bu söyleme bakılırsa gerçekte ülke yönetiminde sorun yoktur ancak dışarıda bizim kötülüğümüz isteyen düşmanlar vardır; onların bu kötü emelleri nedeniyle ülkemizde bir türlü toplumsal uzlaşı, barış ve sosyal adalet kurulamaz. Gerçekte "dış mihrak" meselesi tekrar ısıtıldı ve önümüze sürüldü.
Ne var ki dış mihrakların düşmanlığı da bir boyutuyla ekonomik ve politik düzlemde dış ilişkilerin başarısız yürütülmesi anlamına gelmektedir. Ne var ki medya da siyasi iktidarların barış/uzlaşı kurmadaki başarısızlığını görmezden gelerek politik aktörlerin taşeronlar/dış mihrakları suçlayan ve olan-bitenden onları sorumlu tutan, kendi politik sorumluluklarını maskeleyen söylemlerini dolaşımda tutmaktadır.
"Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur" gibi tüm dünyayı güvenilmez ve düşman ilan eden bakışı yeniden yeniden üretmektedir. Aslında bu da çatışma/savaşı destekleyen türde bir gazeteciliktir.
Kuşkusuz PKK da uluslar arası dengeleri kullanmakta ve uygun zemin oluştuğunda da destek almaktadır ancak meseleye salt bu açıdan bakıldığında da sorunun toplumsal dayanakları, meselenin asıl önemli boyutunu oluşturan ülkenin kendi dinamiklerinden kaynaklanan nedenleri ihmal edilmektedir.
PKK'nın taşeronluk yapan bir örgüt olduğu söylemeni dolaşıma sokma meseleye politik çözüm üretilemediği noktalarda başvurulan bir söylem stratejidir. Daha açık söylemek gerekirse çözüm üretmek için çok ihtiyacımız olan barışın tesisi veya toplumsal uzlaşıyı kurmak için gerekli siyasi irade gösterilemiyor demektir.
Siyasal iktidarı toplumsal uzlaşının kurulması için gerekli siyasi çözümleri üretme yerine intikam alma peşine düşen haber söylemleri kurmak barış gazeteciliğin çok uzağında olmaktır. Barış gazeteciliği çatışma eksenli değil barışı önceleyen, çözüm eksenli haber yapmadır; resmi kaynaklara bağımlı değil sivillerin görüş ve seslerine yer veren gazeteciliktir. Tüm söylemleri ikili bir ayrım üzerine kurmayan, biz ve onlar karşıtlığını üreterek; tüm olumlu değerleri bize tüm olumsuz değerleri de diğer tarafa yüklemeyen bir haber/yorum üretme anlayışıdır.
Sivil dinamikleri önceleyen ama sivil sesleri ekrana taşıdığında da kin ve nefret söylemlerini üreten ve dolaşıma sokan değil; toplumsal uzlaşıya ve barışa yaslanmaktır. Sadece olay odaklı değil, daha ileriyi gören ve barışçıl çözümler eksenli tartışan gazeteciliktir. Barışın ve barışçıl politikaların gerçekte genelin yani çoğunluğa sağlayacağı kazanımlarını sergileyen habercilik yapmaktır.
Kuşkusuz zordur; mevcut gazetecilik algılayışını değiştirmeyi; haber üretim pratiğini mevcut güç ilişkileri bağlamı dışında tanımlayabilme ve hayata geçirebilme iradesini gerektirir. Ezberleri bozmayı yeni bir dil kurabilmeyi; eril, militarist ve milliyetçi unsurlardan arınabilmeyi içerir ancak yineleyelim her zamankinden daha çok ihtiyacımız var barış gazeteciliğine. (İC/EÖ)