Kasım’ın 22’sinde öldüğünde, henüz 40’ında bir genç kadın yazar… Hayatın birbirinden tekinsiz ama güçlü, içinde yılgınlık olmayan, neşeli ve kuralsız veçhelerini hem mecaz hem gerçek anlamıyla “bir kalemde” yaşamış bir dil Sevgi Soysal…
Bazen doğru sözün özü, bir çırpıda ediliverendir. Bir yaşama biçimi olarak Sevgi Soysal’ın nereye ve en çok hangi kelimenin üzerine düştüğünü bir çırpıda kendimize sormak gerek bu yüzden.
Ama bu kolay bir soru değil. Hesaplaşmanın, kimliğin, kendi olabilmenin ve aynı anda kendinden sıyrılabilmenin bu denli ciddi olduğu ama bu denli tüketilerek yaşandığı bir ülkede, bu sorunun izini sürebilmek zor… Edebiyatın sinir uçlarında dolaşmanın hayli zor olduğu gibi, kadın olmanın güç olduğu gibi, kadın ve yazar olmanın aynı anda tekinsiz ve uçucu bir şey olması gibi…
Kalıcılığını bu uçuculuğundan alan soruların peşinden gitmeye bu yüzden de belli bir ağırlık, ağırlığınca da kıymet vermek gerek. Mesela onun 20’li yaşlarındaki okuyucusu olarak, Sevgi Soysal’ın adının her geçişindeki heyecanımın gölgesinin en çok nereye düştüğünü merak ediyorum. Hepimizin, ama az ama çok, bir şekilde resmileştirdiği kişisel tarihlerimizin sayfalarını, resmiyetle değil samimiyetle açarak soracağımız bir soru olarak kurguluyorum bunu.
Onu düşünürken aklımda uçuşuveren bir sürü naif, güçlü, umursamaz, bir kısım alaycı, incelikli ve paldır küldür bırakışlar; müdanasız, eyvallahsız ve hesapsızca geri gelişler arasından, en çok nerede kayboluyor, en çok nerede el yordamıyla dolaştığım yere geri dönebiliyorum?
İşte bütün soruların ardından, “en çok bir sözcük” seçmek gerekiyor diye düşünüyorum. Daha fazlasını yapamadan, soruların kendimce cevapları arasından oradan oraya uçuşurken, en çok bir sözcüğün, sanki bütün derdimi özetleyeceğine inanıyorum.
İşte Sevgi Soysal’ın da bu hepimizin “en çok bir sözcüğünde” inatla yaşadığına umut bağlıyorum. Sevgi Soysal’ın herkesin ve her şeyin yanında ama hep ileride olan dili için en çok bir kelimenin hakkını vermek gerekir diye düşünüyorum. Karin Karakaşlı anlatıyor:
“Bu kadın diyorum, kırk yıla bu kadar çok hayat sığdıracak… Nasıl yaşamış olabilir bunca şeyi bir arada? Can havliyle diye cevap veriyorum kendi soruma. Can havli yaşamış olmalı, başka yolu yok. Ve inat diye yaşamış onları.”
Sınır ve mesafe diye bir şey var hayatta. Sınırsızlık ve mesafesizlik denilen iki ayrı oluş. Bütün sınırları aşmış bir Sevgi var, bütün mesafeleri adımlamış, yürüdükçe düşünmüş, düşündükçe yürümüş ama bütün kargaşanın ve hengâmenin içinde kıymetini arttırarak yaşamış, çok şey yaşamış, çok insan olmuş, biriktirmiş bir kadın. Eline aldığı her kâğıda, “bir kalemde” yaşadıklarının payını ve mirasını akıtan bir emekçi Sevgi Soysal.
O, resmiyetin görünmez kıldığı her yeri cesaretle görünürleştiren, girilemeyecek denli tekinsiz yerlere giren, hayat için ve hayata karşı bütün sözünü hiç gocunmadan söyleyen bir umut.
Sol içindeki ataerkiden, yargılandığı mahkemelerin yargıçlarına kadar hepsinin iktidarlarını som bir cesaret, incelikli bir zekâ ile yerle bir edecek kuvvetin ihtimalini gösteren bir yol arkadaşı.
Bu yüzden, can havliyle, bir kalem gibi ve hiç gocunmadan her şeyin mümkününü hatırlatan, el yordamıyla yürümeye çalışanların eli olan bol gönüllü ve hiç tanışılamayan ama ulaşılabilir bir dost…
Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu ve Tante Rosa
Sema Kaygusuz, “Sevgi Soysal, Tante’nin dizginlenemez aldırışsızlığını anlatırken, dünyanın altını oymuş olamaz mı?” diye sorar. Sahiden de Sevgi Soysal, Tante Rosa’da bütün erkek egemenliği –bilinçli ya da değil – tersyüz eden, tekinsiz ve sahici bir kadın yaratır.
Yıldırım Bölge’den bildirdiklerinde de militarizmin bütün “hiza”, “nizam” ve “hazır ollarını”, edebiyatın sınır tanımazlığıyla asıl o hizaya sokar. Devletin bütün tehditlerine karşı, “Bize yapabileceklerinin sınırlı oluşu hoşuma gidiyor.” deyiverir mesela Yıldırım Bölge’de.
Böylesine bir sözü, üstelik cezaevinde, üstelik geleceğinize dair onulmaz bir tekinsizlik içindeyken, devletin bir bir üstünüze yürüdüğü bir alan içinde söyleyebilmek…
Bu, her şeyin bir başka mümkünü olduğunu hatırlatıyor bize. Bu söz, bize yani geride ve onun gerisinde kalanlara, kıyısından köşesinden mücadele etmeyi sevenlere, hiçbir şey yapamazsa bile en azından her gün kendini sınayanlara her şeyin mümkün ve mücadele edilebilir olduğunu hatırlatıyor.
Hatice Meryem’in, insanı içte ve sahi olana döndüren o şahane sorusuyla söylersek:
“Ancak yaşamı sevmenin ne olduğunu, batmanın da çıkmak kadar doğal bir hal olduğunu da ondan başkasından öğrenemeyiz, değil mi?”
Başkaldırı
“Kurallara, biçimciliklere başkaldırışı, öyle bir inat, bir özgürlük savaşçısı filan olma hevesi yüzünden değil. Kurallardan ve biçimlerden öte onun için önemli olan, yoluna baş koyduğu hep kendi öznelliği. Çünkü ancak onun peşinden giderse, buna cesaret ederse, bunu dile getirebilirse varacağı yerin, kurallara uyarak varabileceklerinden daha önemli, daha gerçek bir yer olacağına inanmış bir kere. O yüzden işte alaycılığı, bu hayatı kurallara uymak gereken bir oyunmuş, sanki insan kullanım kılavuzuyla dünyaya gelen bir makineymiş gibi yaşayanlara karşı…”
diyerek anlatıyor kızı Funda Soysal, Sevgi Soysal’ın başkaldırışını. Kahramanlık heveslerine yer olmayan, heves gibi gelip geçiciliğiyle meşhur bir his olarak değil; bizatihi başkaldırıya kendi özgül ağırlığını vererek isyan ediyor Soysal. Sahiden de laf olsun diye, inat olsun diye değil; inanç olsun diye bir isyanı büyütüyor. İsyanın kıymetinin, dönüştürücü gücünün, üretkenliğinin açtığı yolların farkında olan inançla, bir kullanım kılavuzu ya da nihai amaca ulaşmak için gidilen bir yöntem olarak değil; bizatihi kendisi olabilen, içe işleyebilen bir isyan bu.
“Sevgi’nin neşesinden, başına burukluğundan, bir soyadından ötekine, bir yaşamdan diğerine geçerkenki umursamazlığı, uçarılığından dem vurulur hep.” demiş yeğeni Sezin Öney. Yıldırım Türker’in şahane anlatımıyla tamamlarsak, “Belki de bir isim sahibi olmayı pek boğucu buluyordu; kendi isminden kolay vazgeçebilecek kadar tenezzülsüzdü.”
Sıfatların yıkıcılığının ve tek bir hayattaki tekilliğin içinde, uçarılığın çoğulluğu misali hem hepimizin hayatına hem de edebiyatın üzerine konan bir hale Sevgi Soysal. Aynı dil ve zihin içinde çok fazla tadın, rengin, sesin, sözün, insanın ve düşüncenin kelimesini bulabilmiş kıymetli bir dil; tekil kalanın sıkıcılığı içinde her daim çok ve çoğul olmayı ama bunu her şeyin birbirine geçtiği bir dağınıklık ve dalgınlıkla değil; aynı anda var olan umursamazlık ve ciddiyet; uçarılık ve kalıcılık; öznellik ve çokluk; ağırlık ve bulut misali bir hafiflik; kendilik ve kendi dışılık olarak kuran bir edebiyatçı.
Her şeyin, çöküntülerin içinden doğan umutla, yıkıntıların içindeki mümkünü bulmaya talimli bir inançla bir arada olması; bunun bir kadın yazarın dilinde kendini gösterebilmesi, her şeyin imkânsızlığını ve her şeyin mümkününü aynı anda düşündürebilmesi… Bütün bunların mümkünü ancak Sevgi Soysal!
O, olduğu yerden, hepimizin bu taş yağmuru altındaki telaşımıza, koşuşturmalarımıza, oradan oraya savruluşlarımızdaki iniş ve çıkışlara alaycılıkla bakıyor olsun; biz inmenin de çıkmanın da aynı anda mümkün olduğunu, nihayetinde onun bıraktıklarından öğrendik! (IK/HK)
Kaynaklar
* “Ne Güzel Suçluyuz Biz Hepimiz” – Sevgi Soysal İçin Yazılar, Der: Seval Şahin, İletişim Yayınları, 2013
* Sevgi Soysal, Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu, İletişim Yayınları
* Sevgi Soysal, Tante Rosa, İletişim Yayınları
* Sevgi Soysal Öyle Çok Şey Düşünüyorum ki
* Radikal
Sevgi Soysal hakkında |
(30 Eylül 1936 İstanbul / 22 Kasım 1976 İstanbul) Ankara Kız Lisesi’nden mezun oldu. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Arkeoloji Bölümü’nü bitirdi. 1957-1958’de Almanya’nın Gottingen Üniversitesi’nde arkeoloji ve tiyatro bölümlerinde öğrenim gördü. 1965-1971 arasında TRT'de program uzmanı olarak çalıştı. 1972’de siyasi görüşleri nedeniyle tutuklandı, bir yıl hapse mahkum edildi. Cezaevinden sonra Adana’da iki buçuk ay sürgünde kaldı. 1956’da Özdemir Nutku ile, 1965’te Başar Sabuncu ile evlendi. Üçüncü eşi Mümtaz Soysal ile cezaevinde iken tanışıp evlendi. Bazı yazıları “Nutku” ve “Sabuncu” soyadlarıyla yayınlandı. 1961’de Ankara Meydan Sahnesi’nde Haldun Dormen’in yönettiği “Zafer Madalyası” adlı oyunda tek kadın rolünü oynadı. Edebiyata öykü ile başladı. İlk öykü ve yazıları 1960-1964 arasında Dost, Yelken, Ataç, Yeditepe, Değişim dergilerinde yayınlandı. İlk dönem eserlerinde bireyin ruhsal durumlarını işledi. 1965-1969 arasında özellikle Papirüs ve Yeni Dergi’de yayınlanan öyküleriyle yeni bir tarza yöneldi. Kadın-erkek ilişkilerini, kadın sorununu, ağırlıklı olarak da 1960 sonrasında yaşanan sosyal ve siyasal olayları ele aldı. Gerçekçi toplumcu öykü ve romanlar yazdı. Öykü ve romanlarının yanısıra röportajlar, çeviriler yaptı. Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde günlük köşe yazıları yazdı. Eserleri Roman: Öykü: Anı: Deneme: Ödülleri: 1970 TRT Sanat Ödülleri Yarışması Başarı Ödülü - Yürümek |