İsrail'de yaklaşık 60 bin sığınmacı ve göçmen bulunuyor. Bunların yüzde 80'i Eritre ve Sudan'dan savaş, açlık, geçim nedeniyle, iş bulma, yeni bir hayat kurma umuduyla İsrail'e göçüyor. Göçmenlerin pek çoğu ise daha sonra yanlarına alma düşüncesiyle, ailelerini, çocuklarını, kimliklerini geride bırakıyor.
İsrail hükümeti sığınmacılara geçici dokümanlar vererek çoğuna mülteci statüsü vermekten kaçınıyor. Sağlık, eğitim ve refah hizmetlerine erişimleri ise yok denecek kadar az. İsrail Ulusal Meclisi-Knesset, yaklaşık bir yıldır yaptığı düzenlemelerle, ülkeye göçmen akışını durdurmak için elinden geleni ardına koymuyor.
Sızmaları Önleme Yasası adı altında çıkarılan kanunla, uluslararası kuruluşların, insan hakları örgütlerinin uyarılarına rağmen sınırdan geçiş yapan göçmenlere uzun gözaltı süreleri uygulanmaya devam ediliyor. Yasaya göre Mısır sınırından giren herkes "casus". Yine yasaya göre, İsrail'e "yasa dışı" olarak giren göçmenlere mülkiyet suçu işlemeleri halinde ömür boyu hapis cezası bile verilebiliyor. Bu kişiler yargılanmaksızın üç yıl tutuklu kalabiliyor. Yasayla, göçmenlere yardım edenlere 15 yıla kadar hapis cezası da verilebiliyor.
Göçmenlere yönelik bu ağır yaptırımların yanı sıra Mısır sınırındaki 240 kilometrelik bariyerin güçlendirilmesi çalışmalarına başlanırken, yine Mısır sınırına on bin yatak kapasiteli bir cezaevinin kurulması planlanıyor.
Saldırıların arka planı
Tüm bu göçmen karşıtı politikalar elbette sonunda, çalışma izni verilmediği için "kaçak" çalışan, oturma izni verilmediği için "kaçak" yaşayan, statüden yoksun bırakıldığı için hayatı baştan sona "kaçak" olarak damgalanmış göçmenlerin suç işlemiş olma ihtimali noktasında düğümleniyor.
Göçmen mahallesinde yaşanan bir suçun, tüm göçmenlere yönelik karalama kampanyasının ilk adımı olarak görülmesi politikacılar için en kolayı. Göçmenlerin çoğunlukta olduğu Güney Tel Aviv bölgesinde yaşanan tecavüz vakası, Başbakan Natenyahu'nun göçmenlere yönelik politikasının devamı olarak, ırkçı güruhu kışkırtmak için çok büyük bir fırsat haline dönüşüyor.
Bir yandan İçişleri Bakanı Eli Yishai, Afrikalı göçmenlerin ulusal birliklerini bozmak için ülkede olduklarından dem vururken, diğer yandan Likud üyesi milletvekili Miri Regev, Sudanlıları 'kanser'e benzetiyor, ardından kanserlilerden özür diliyor!
Kanser benzetmesi, daha önce 2003-2009 yılları arasında İsrail'de milletvekilliği de yapan aşırı sağcı emekli albay Effi Eitam tarafından İsrailli Araplar için de kullanılmıştı. Yahudi düşmanı neo-nazilerin demeçlerinde de 'kanser' benzetmesine sık sık yer veriliyor.
İsrailli beyazların, Afrikalı siyahlara saldırmalarının arka planı hemen hemen bu.
Her şey yeni başlıyor
2002 Shministimlerinden, İsrailli muhalif yazar Haggai Matar, 23 Mayıs'ta Afrikalı göçmenlerin ev ve iş yerleri taşlanırken orada bulunuyordu. 972mag.com sitesinde yazdığı makaleye göre Matar da saldırılardan payını almış. Göstericilerin kendisi ve bir gazeteci arkadaşını daha kovaladığını, polisin araya girerek kendilerini güç bela koruyabildiğini belirtiyor Matar.
İsrail'deki göçmen karşıtı gösterilerin yanı sıra, Yunanistan'da yükselen ırkçı dalga Altın Şafak da yine göçmenlerin suç işlediği, ulusal birliği bozdukları yönündeki kışkırtmalarla, göçmen mahallelerini ateşe veriyor, sığınmacılara saldırılar düzenliyor.
Ekonomik krizlerle boğuşan kitlelerin politikacılar tarafından "ulusun birliği" gibi söz oyunlarıyla ırkçı güdülerinin dürtüklenmesi, "kansere" benzetilen "ulus-dışı" unsurlara yönelik hızla büyüyen ve kitleselleşen nefret yığınına dönüşüyor. Uluslararası arenadaki prestijleri namına demokrasi ve insan hakları için çalışmakta olduklarını her fırsatta yineleyen hükümetler, krizin halkta yarattığı gerginliği kendi üzerlerinden atabilmek, büyüyen öfkeyi farklı bir yere yansıtabilmek için iç politikada ırkçılığı ve milliyetçi kışkırtmaları bir yansıtıcı gibi kullanıyorlar.
Bu yansıtıcının hedefi kimi zaman Türkiye'deki gibi Alevi, Kürt, Ermeni "iç-mihraklar" olabiliyorken, Yunanistan ve İsrail'de görüldüğü gibi "dış-mihraklar" yani "casuslar" yani göçmenler de olabiliyor. Krizin faturası derhal sınır ötesinden gelen ve "vatandaşın" ekmeğini elinden alan göçmene kesiliyor. Her katliamın arkasında en az bir devlet var. Gerek kendi uçaklarıyla "kaçakçıları" bombalıyor, gerek eline sopa tutuşturduğu iktidar yanlılarını "kaçakların" üzerine salıyor.
Tüm bu saldırılar gösteriyor ki kapitalizmin ve demokrasinin çıkmaza girdiği noktalarda patlayan şiddet yanlısı gösteriler ilk önce "ulus"tan olmayan "dışarıdan" gelen "kaçaklara" yöneliyor. Kimin tarafından çizildiği belli olmayan karma karışık sınırlar içerisinde kendini güvende hissetmediği, karnını doyuramadığı, ailesini geçindiremediği için topraklarından ayrılmak zorunda kalan sığınmacı ve göçmenler için Matar'ın yazısının sonunda belirttiği gibi "Bu saldırılar henüz başlangıç." (MAF/ÇT)