"Eylül'e girdim, Eylül'e girdim... Her ömrün bir Eylül'ü vardır... Onca yaşadım... Şimdi bildim"
(Murathan Mungan / Eylül Rübai)
Ayların en güzeli, en sancılısı, en hüzünlüsü, en utangacı ve en mağrurudur... Her şeyin ve bir şeyin başladığı anları kendinde biriktirmiştir... Her şeyden biraz vardır onda.
Başıboş, başı dolu neşemize eşlik eden, kulak verdiğimizde acıya dönüşüveren 6'lı ve 7'li günlerimizin güz sancılı hüzünleri ondadır...
Toprağa düşen bulutun gözyaşısı ondadır... Usulca gelip insanı bulan ayrılığın hüzünleri ondadır...
Akıp giden hayatın içinden öyle aniden beliriveren, bir kadının getirdiği özlem dolu sabahların tarifsiz hüznü ondadır...
Durağanlaşmaya, dinginleşmeye, sessizleşmeye başlayan her şeyin ve bir şeyin ilk halleri ondadır...
Kanat çırpmaya başlayıp uzak kentlere doğru gitmesini bilen kuşların ilk gitme halleri ondadır...
O kuşlar da göçüp gidince, önce bir bir, sonra hep birlikte yeryüzü toprağına düşmeye başlayan yaprakların sahibi ağacın kimsesizliği ondadır...
İnsan yüzlerini öpmesini bilen rüzgarın o hoş, o sıcak, o savruk ürpertisi ondadır...
Kışın karlı soğuk ayazında bütün suçluluğunu bilmeye başlayan yoldaşı ağustos böceğine, kapıyı açmayan vefasız karıncanın yuvasına çekilmeye başladığı yürümelerin ilk adımları ondadır...
Kendisine hayatta yer açıldı diye usulca gelip ayaklarınızın dibinde uykuya dalmaya başlayan bir kedinin hırıltısının sesleri ondadır... Gelmesini istediğimiz, ama gelmeyen, bir türlü gelmek bilmeyen ve olmayan barış(ımız)ı kutlamaya başladığımız gün de ondadır.
İşte biraz çok biraz az böyledir ayların en güzeli, en sancılısı, en hüzünlüsü ve en utangacı olan Eylül...
Derler ki bütün mevsimlerin amacı da Eylül'e varmakmış... En çok da yaz varmak istermiş... Bunun için önüne ne çıkarsa süpürürmüş Eylül'e doğru... Çünkü onun aklı Eylül'deymiş... O, Eylül'e sevdalıymış.
Şairler de Eylül'e sevdalıymış... Eylül'ü beklerlermiş yazmak için... Eylül'ün hüznü, ayrılığı, özlemi, hasreti, sancısı gelip konuverirmiş sözcüklerine.
"Kitap okurum: içinde sen varsın / Şarkı dinlerim: içinde sen / Oturdum ekmeğimi yerim: karşımda sen oturursun / Çalışırım: karşımda sen / Sen ki, her yerde 'hâzırı nâzır'ımsın / Konuşamayız seninle, duyamayız sesini birbirimizin / Sen benim sekiz yıldır dul karımsın..." der Nazım Hikmet 1939-1951 yılları arasında kendisine yazılan mektupları ölene kadar saklayan Piraye'sine... Piraye'nin Nazım'ı bu dizeleri yazmıştır Eylül'ün getirdiği özlemlerin hüznüyle.
Ya Cemal Süreyya..."...İzlerini çizdiği zaman ansızın gidişin / Şimdi yoktu bir anlamı suskunluğun / Çırılçıplak kalakaldım sessizliğinin orta yerinde / Sonra sesime yankı vermeyen uçurumlar kıyısında yürüdüm bir zaman / En çok sesini aradım / Gözlerinse asılı bıraktığın yerdeydiler hâlâ / Gözlerini sildi zaman / Dedim ya... Eylül’dü / Savruluşu bundandı kimsesizliğimizin"... Cemal Süreyya kendi kendine kalmalarında, kimsesizliğinde, kendince tutunmak ona, kendince düşlemek adına, 'Eylül'dü" der.
Eylül biraz hüzün, biraz sancı, biraz ayrılık, biraz özlem, biraz hasret, biraz şiir olsa da biraz da Yılmaz Güney'dir.
Yılmaz Güney'in gitmesidir Eylül... Ölümü, gitmesi, vedalaşması, ayrılığı, terk etmesi, bir daha olmamasının halleridir Eylül... (Eğer yaşasaydı 76 yaşında olacaktı.)
O öyle bir insan ki, öyle güzel bir insan ki (bianet'in güzel okuyucuları bu cümleleri abartı olarak okuyabilirsiniz, okuyunuz da, ama ne yaparsınız ki sözcük bu işte...) anlatmalara, dinlemelere ve yazmalara sığmaz.
Onun öyküsü anlatılması, dinlenilmesi ve yazılması hep gecikmiş, hep zedelenmiş bir yaşamdır... Bazen ve çoğu zaman anlatmak kadar dinlemek de korkutur insanı.
Onun öyküsünün içinde hüzünler vardır, Eylül'ün hüzünleri gibi... Onun öyküsünün içinde Eylül'ün utangaçlığı, mağrurluğu, sessizliği, kederi vardır... Onun öyküsünün içinde yoksulluklar ve yoksunluklar vardır... Onun öyküsünün içinde bitmek bilmeyen acılar vardır... Onun öyküsünün içinde hapisler, mahpuslar, voltalar vardır... Onun öyküsünün içinde sevdiği kadınlar vardır... Onun öyküsünün içinde çok sevdiği sineması vardır... Onun öyküsünün içinde sürgünde, Eylül'de ölmek de vardır.
Şimdi çok uzakta olsa da, orada anılarımızın içindedir o... Bizleri hiç terk etmedi o... Hala paltosunun altından birileri çıkmaya devam ediyor... İlk günümüzmüşçesine.
Günler, aylar, yıllar ve Mevsimler geçti… Gene geldi sonbahar, gene Eylül... Sanki daha da bir yalnızız şimdi.
* "Onu ilk gördüğüm günü hatırlıyorum... Hep bu koltukta otururdu... Aylar böyle sürüp gitti... Her gün gelen isimsiz gülleri o gönderirmiş... Artık ona iyice alışmıştım, gözlerim onu arardı.
Sonra bir gün gülller gelmedi o da gelmedi... Ertesi gün ve daha ertesi gün yine yoktu... Sonraki günler güller geldi, ama o gelmedi.
Ona öylesine alışmıştım ki, dayanamadım, sordum soruşturdum... Aylarca gidip gelen sessiz, sıcak bakışlı adam kimdi... İki gün sonra öğrendim, hastanedeymiş... Sırtından üç kurşunla vurmuşlar... Kimliğini öğrenince şaşırdım... Meğer bizim sessiz ve suskun adamımız İstanbul'un gayr-i meşru işlerini işleyen Fırat'mış.
Hastaneye ziyaretine gittim... Sevinçten gözleri doldu.
Günler sonra uslu bir çocuk çekingenliğiyle oyuna geldi... Kendisini aradığım için çok mutlu olmuş ve teşekkür etti... Ben onun hayatında devamlı kanayan 'kırmızı bir gül'müşüm.
Konuştukça utanıyor, yüzü kızarıyordu... Hiç güldüğünü görmedim... Sanki yüzünde geçmişin bütün kederlerini taşıyordu... Günler geçtikçe onsuz edememeye başladım... O benim için vazgeçilmez, uzağımda yaşanamaz hale geliyordu.
Bir gün beni anasına götürdü... Anası çok sevdi beni... Boynuma sarılıp ağladı; 'yavrum bu deli herife sahip çık, onu kurtarırsa sen kurtarırsın' dedi.
Yaşadığı hayat her an onu benden alıp götürebilirdi... Onu kurtarmak, onu yaşatmak zorundaydım... Benim hüzünlü ve kederli sevgilim ölmemeliydi... Su testisi su yolunda kırılmamalıydı... Kollarının sıcağında bir ömrü beraber bitirmeliydik.
Kırları, tahta masalı kahveleri severdi... Ömrü hapislerde geçmiş, insanların hep kötü yanlarını görmüş.
Bazen ona çocuk masalları anlatırdım... Gözlerini benden ayırmaz, sessiz, uslu saatlerce dinlerdi... Bir gün bana; 'Senin masallarındaki iyi insanlar nereye gittiğ' dedi... 'Hala yaşarlar' dedim... 'Ben hiç görmedim' dedi..." (KK/HK)
* Umutsuzlar filmi, Çiğdem (Filiz Akın), Fırat'ı (Yılmaz Güney) anlatıyor...
* Yılmaz Güney 9 Eylül 1984 tarihinde Fransa'da sürgünde yaşamını yitirdi... Türkiye sineması şimdi çok uzaklarda olan, 29 yıl önce yitirdiğimiz yaratıcı ve özgürlükçü sinemacımızı arıyor ve anıyor bugünlerde... Elbette biz de.