"...Dolam dolam duvarlar örülü
dört bir yanda
Kadının bedeninde kederinde ruhunda
Fakat maviye tünel kazanlar olur bazen
betonlanmış bir ömrün orta yerinde
Tüm çıkışlar tutulmuşken
gedik açmayı bilenler olur
nefretin sırtlarında..."
4 Kasım 2016'da tutuklanan Hakların Demokratik Partisi (HDP) eski Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ'ın "Yıkılacak Duvarlar" adlı şiir kitabı 1 Eylül'de okuyucuyla buluştu. Yukarıdaki dörtlük de Yüksekdağ'ın kitabına ismini veren "Yıkılacak Duvarlar" adlı şiirinden.
Yüksekdağ'ın 4 yıllık mahpusluk sürecinde yazdığı şiirlerinde kimler yok ki ...Şırnak'ın Silopi ilçesinde sokağa çıkma yasakları döneminde öldürülen ve cenazesi 7 gün sokakta bekleyen Taybet İnan, Suruç ve 10 Ekim Katliamı'nda hayatını kaybedenler.. Ama en çok kadınlar var... Bu nedenle kitabı için "Kadın bakış açısıyla ve kadınlara yazılmış şiirler..." diyor Yüksekdağ.
En çok kadınların etrafına duvarlar örüldüğünü söylüyor ve "Bütün o duvarlar bir bir yıkılacak" diyor: "Yeter ki duvarların gölgesi içimizi karartmasın, ufkumuzu kısıtlamasın."
Tutuklu bulunduğu Kandıra F Tipi'nden mektup ile gerçekleştirdiğimiz söyleşide Yüksekdağ'a, şiirlerini, mahpusluk hayatını, aşkı, kadına yönelik artan şiddeti ve daha birçok soru yönelttik.
Figen Yüksekdağ'ın bianet'in sorularına yanıtları şöyle:
Hapishaneye girmeden önce şiirle aranız nasıldı? Hangi şairlerin şiirlerini seviyorsunuz?
Çok eskiden beri şiirle ilgileniyorum. Okumayı hep sevmişimdir; arada yazardım da. Tabii gün ışığına çıkmışlıkları yoktu. Hapiste yeniden şiir yazmak, benim için dar zamanda kadim dosta sarılmak gibi bir şey oldu. Şiir hayatımda, ruhumda hep vardı. “Aklımda duracağına göz önünde dursun” diyerek bir nevi şiire hakkını teslim etmiş, bana yoldaşlık ettiği yılların borcunu ödemiş sayılırım.
Sevdiğim çok şair var. Burada uzun bir liste dizme şansım yok ama Füruğ, Gülten Akın, Brecht, Nazım, Arkadaş Z. Özger, Ahmet Telli sayabileceğim bazı isimler, Suna Aras’ı sadece bir kadın şair olarak değil, kadın şiirleri yazan edebiyatçı olarak beğenirim. Zaten kitabın önsözünü de o yazdı.
Şiirlerinizin tamamını mahpusta mı yazdınız?
Maziden adlı ikileme dışında hepsi içeride yazıldı. Eski şiir almak istemedim kitaba. Düşündüğüm anlam ve zaman ağırlığının değişmesini istemedim. Bir dönemin yaşanmışlıklarını siyasetin diliyle değil de imgelerin metaforun, şiirin diliyle anlatan kitap profilinin korunması gerekiyordu.
Ayrıca şiirlerin çoğunu Korona sürecinde, hapiste yoğunlaştırılmış tecridin uygulandığı günlerden yazdım.
Hapis hayatının edebiyata ve şiire etkisine dair neler söylemek istersiniz? İnsan daha mı çok kendine dönüyor, daha mı çok düşünüyor ya da üretiyor?
Elbette dışarıda olsam, şiir yazıp kitap çıkarmak gibi bir gündemin olmazdı ya da başka yazınsal, sanatsal uğraşlara yönelmezdim. Aktif politika insana nefes alacak zaman bile bırakmıyor. Hapishanede zaman avantajının yanı sıra odaklanma koşulları oluyor. Gerçi hapislik sürecimizin çoğu davalar, soruşturmalar ve içeride de tepemizden eksik olmayan, iktidarın siyasi baskı ve operasyonlarıyla geçti ama yine de düşünmek ve üretmek için zaman planı yapabiliyorsun.
İşin esası bunlar değil tabii; yazmak, çizmek, üretmek hapiste direnmenin en etkili ve en geçerli yolu. Esas bunun için üretmeye yöneliyorsun; politik tutsaklar yaşamını bunun üzerine kuruyorlar. Özünü ve sözünü savunmak geliştirmek böyle mümkün oluyor. Ayrıca hapishaneler düşünmek, yoğunlaşmak açısından kaçarı göçeri olmayan mekânlar. “Kara kara” düşünmedikten sonra, girilen her düşünsel yoğunlaşma faydalı sonuçlar üretiyor.
Hapislik süreçleri illa ki bir kendine dönme hali yaratır. Ama onun da niteliği, içeriği önemli. İçe dönme enerji, yaratıcılık, düşünsel derinleşme yaratmıyorsa faydası yok. Hapishane, gerçekten “yatmak” olur o zaman. Bizler yoğunlaşma fırsatını yazmak için değerlendirdik. Ama bana en değerli katkısı ne oldu derseniz; biriktirmek oldu derim.
Peki, şiirlerinizi ilk kimler okudu, nasıl tepkiler aldınız?
Şiirlerimi ilk okuyanlar buradaki arkadaşlardı. İlk tepkileri de çok olumluydu tabi. “Kipri yavrusunu kadifem diye severmiş” derler. Buradaki yoldaşlar da beni güçlü tezahüratlarla şair ilan ettiler :)) Elbette bu da teşvik, destek anlayışının bir yansımasıydı.
Özellikle beni yeniden şiire yönelmemde Sebahat başkan ve Gültan başkan destekledi. Yazdıklarımı ilk dinleme fedakârlığını üstlenen oda arkadaşım Gazel (Bulut) kitaba katkı sundu.
Kadınların dayanışması, katkısı, desteği olmadan şiir ya da kitap kavramlarını düşünemiyorum. Sadece buradan değil, tanıdığım, yazıştığım kadınlardan aldığım ilham ve destek, her şeyden önce şiirlerin yazılmasına öncülük etti. Okunması sonra geliyor.
Şiirlerinizin neredeyse tamamında kadına dikkat çekiyorsunuz. Kadınlara yazılmış şiirler diyebilir miyiz?
Evet, kadın bakış açısıyla ve kadınlara yazılmış şiirler diyebiliriz. Doğrudan vurgulamasa bile şiirlerin hapsinde kadın bakış açısı var. Bir kısmı ise doğrudan kadın temalı şiirler. Politikanın, toplumsal mücadelenin öne çıkan hakikatlerinin kadın gözünde, tepkisinde, duygusunda yansımaları aynı zamanda.
Bir de kitabınızda Laleş imzalı çizimler var, kitabınız için mi çizildi?
Evet, çizimler kitap içindi. Laleş Çeliker’in üç, Gazel Bulut’un bir çizimi yer alıyor. Kadınların kolektif tavrı ve katılımının bir örneği oldu bu yanıyla. Sadece görünen değil, görünmeyen çok değerli katkılar yaptılar buradaki mahpus kadınlar. Benim açımdan kitabın şiirleri kadar hikâyesi de çok önemli. Güzel bir paylaşım hikâyesi oldu. Havada uçup havalandırmalara düşerek ve elden ele tecrit odalarını dolaşarak okunan, eleştirilerle, önerilerle beslenen şiirlerdi kitaptakiler.
Kadına yönelik şiddet, taciz, tecavüz, cinayetler de gün geçtikçe artıyor. HDP’de de son dönemlerde iki milletvekili ile ilgili iddialar gündeme geldi. Bunu da göz önüne alarak bu gidişatı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kadının toplumsal konumu ve niteliği geliştikçe, hakkını arayan, öz benliğini koruyan tavrı belirginleştikçe, erkek egemenliğinin saldırıları artıyor, yayılıyor, türevleniyor. Bu nedenle kadın eksenli geliştirmeleri tel taraflı bir saldırı olarak görmemek gerek; saldırıların karşısında güçlü bir kadın direnişi, bilinçlenmesi, dayanışması var.
Bu duruşu gören erkek egemenliği daha agresifleşiyor, daha kendini kaybeden bir konuma sürükleniyor. Son dönemde bir kendini kaybetme hali hakim bütün saldırılarda. Sadece tek tek erkeklerin değil, iktidarın durumunda da görüyoruz bunu. Kadın cinayetlerini, taciz, tecavüz, şiddeti durdurmak, failleri hak ettiği gibi cezalandırmak bir yana, İstanbul Sözleşmesi gibi temel koruma kanunlarını kaldırmaya göz diken bir ağır saldırı pozisyonuna geçtiler.
En son 12 yaşında bir çocuğu istismar eden tarikat şeyhi örneğinden yola çıkarak idamı gündeme getirmeleri ise; ne kadar düzenbaz bir anlayışla yüz yüze olduğumuzu gösteriyor. Kadınları, çocukları savunmaktan çok, yine ölümü kutsayarak işin içinden sıyrılmaya çalışıyorlar. Kadınlar size mevcut yasaları uygulayın, yargıda erkek tarafını tutmaktan vazgeçin diyor; siz idam diyerek hem gerçeği saptırıyorsunuz hem de Ortaçağ’dan kalmış, faşizmle özdeşlemiş bir yöntemi tedavüle sokuyorsunuz.
Kadını öldürmek dışında çözüm formülü üretemeyen bir sistem, yarın-öbür gün idamı yasalaştırırsa hak mücadelesi veren kadını da öldürmeye gözüne diker. Zira idam çoğunlukla siyasi amaçlar için kullanılmıştır. Kendi rakiplerine, muhaliflerine gözdağı vermek için kirli bir biçimde kadın ve çocukların mağduriyeti kullanılıyor.
Erkek egemenliği, şiddet, taciz, tecavüz kökleri çok derinlerden ve her yaşam alanını kaplamış bir kültür. Muhalif demokratik alan da bundan azade değil. Ama artık bilinçli kadın hareketlerinin ve kitlesel olarak kadınların kapısını açtığı bir politik, kültürel değişim ve aydınlanma dönemine de girildi.
Bu nedenle çatışmalar daha sert ve yaygın oluyor. Biz kadın özgürlük mücadelesinin, toplumsal-politik mücadelenin içindeki kadınlar da bunu en keskin halleriyle yaşıyoruz, izliyoruz. HDP’li iki milletvekili özgülünde yaşanan durum, daha net sert ve günlük yaşamın her anından mücadele etmemiz gerektiğine işaret ediyor. HDP’nin yasaları, kadın mücadelesi deneyim ve birikimlerinin ileriliğiyle bu gerilikler bir arada olabilir mi; evet.
Maalesef siyasi yaşamımızın her aşamasında en yakınımızdaki erkeklerden kaynaklanan sorunlarla, dirençlerle, hücumlarla da mücadele etmek durumunda kaldık. Zaten en baştan itibaren de en derin çelişki olan kadın erkek çelişkisinin bugün-yarın ortadan kalkmadığını ve kendi içindeki erkelikle sürekli mücadele halinde olmamız gerektiğini söyledik. Son yaşananlar da bu mücadelenin bir parçası.
Şiirlerinizin her biri, bir yaşanmışlığı anlatıyor. Taybet İnan, Suruç katliamı, 10 Ekim… Şiirlerinizden anladığım kadarıyla o günler hala belleğinizde çok diri, o günlere bugünden baktığınızda ne düşünüyorsunuz?
Şiirlerim o günlerin, o gerçekliklerin belleklerden silinmemesi için. Aslında sadece benim açımdan değil, Türkiye siyaseti açısından da o dönemde yaşananlar diri ama fazla üstüne alınan çıkmıyor. Ben sadece bir kısmını yansıtmaya çalıştım. Binlerce insanın öldürüldüğü, memleketin dört bir yanının yangın yerine çevrildiği günlerdi.
Yaşananların arkasında hakikate bakmazsan anlaşılmayacak ve -bana göre- anlamayanı yaşatmayacak bir süreçti. Bunu elbette siyasi anlamda söylüyorum. Demokratik değişim isteyen dinamiklerin basıncı ve iktidar anlayışının klasik “Mozaik değil, mermer ulan” dayatmasının çarpışmasıydı yaşananlar. Bugün baktığımızda uygulanan o kadar kırım politikasına rağmen değişim dinamiklerinin, haklar mücadelesinin, eşit yurttaşlık taleplerinin, Kürt sorununun çözümü ve adalet beklentisinin hala güncel ve kilit yerde durduğu görülür. Yani hala değişecek, değişmesi gereken bir şeyler var.
Son şiiriniz “Maziden”de “Galiba aşkı şimdi anladım, Ama ne yazık, Taşamayan bir nehir gibiyim…” diyorsunuz. Figen Yüksekdağ için aşk nedir?
İnsanlığın yüzlerce yıldır cevaplayamadığı soruyu bana sorarak insaflı bir şey yapmıyorsunuz :)) Şiirde anladım demişim ama emin olun ben de herkes gibi bir kısmını anlamışımdır. Sonuçta aşkta insanla, toplumla, doğayla birlikte değişiyor. Maziden gelen o şiirde aşkın bir anına bir haline dair sözler vardı. Ama genel olarak “aşk nedir” sorusunu hep özgürlükle cevaplarım. Özgür olmayan bir ruhun âşık olması, daha doğrusu aşk olması pek mümkün değil bana göre. Bu, kadın olarak aşkı tanıma yaşama anlayışını da tarif ediyor.
Kitabınızın ismi “Yıkılacak Duvarlar”, güçlü politik bir gönderme içeriyor? Sadece cezaevi duvarlarını mı kast ediyorsunuz?
Yıkılacak Duvarlar, bir sıralama yapılacaksa herhalde en son cezaevi duvarlarını kastediyordur. Daha çok yaşamın esas olarak da kadının etrafına örülmüş duvarları şiirin diliyle yansıtmaya çalıştım. Hayata politika realitenin gözüyle baktığımda da “her yerde bir yıkılacak duvar hikâyesi” görüyorum. Zenginle yoksul, kadınla erkek, Kürt’le Türk, Aleviyle Sünni, ötekiyle tepedeki arasındaki duvarla, her gün varlığını duvarlara borçlu olanlar tarafından tahkim ediyor.
Kimileri cennet bahçelerine ve kendisi dışındakileri ezmeye yok etme özgürlüğüne sınırsız sahip olurken, inanılmaz bir çoğunluk dar odalarda çıkışsız labirentlerde, girilmesi ya da çıkılması yasak duvarların dibinde heba ediliyor. Bunların karşısında hapishane duvarları nedir ki…! Tabi önemli olan, gördüğümüz, hapsedildiğimiz her duvarın anlamının, niteliğinin bilincinde olmak. Ben bunun için “Yıkılacak Duvarlar” dedim çünkü her duvar örüldüğü gibi, bir bir yıkılır ve yıkılacak. Yeter ki duvarların gölgesi içimizi karartmasın, ufkumuzu kısıtlamasın.
Biraz da hapis hayatınızı anlatır mısınız? 4 yıldır hapistesiniz, kimlerle kalıyorsunuz? Nelerle uğraşıyorsunuz, zaman nasıl geçiyor?
Zaman burada da yoğun geçiyor. Elbette dışarıdakiyle kıyası olmaz ama hapislik durumuna göre epeye faal bir hayatımız var. Okumak, yazmak, spor, müzik düzenli faaliyetlerimden. Bazen elişi hediyeler yapıp buradaki arkadaşlara, dışarıya filan gönderiyorum. Önceden sınırlı da olsa ortak alanda bir araya gelip konuşma, tartışma, birbirimizden öğrenme olanağımız oluyordu, uzun zamandır bu da yok. Klasik F Tipi iletişim moduna geçtik.
Gırtlağımıza kuvvet bağırıyoruz bir birimize : )) Yakın odalarla daha sık ve birbirimizi duyarak konuşabiliyoruz ama onların sayısı da ikiyi-üçü geçmiyor. Ama sonuçta her durumda birbirimizle iletişimimiz canlı. Sık sık havalandırmadan havalandırmaya şarkılar, türküler söylüyor, şiirler okuyoruz.
Ben Gazel adlı arkadaşla aynı odada kalıyorum. Bitişiğimizde Sebahat ve Aysel başkanlar var; Elif’le birlikte üç kişi onlar. Gültan ve Edibe başkanlar havalandırma komşumuz. Bizimle aynı koridorda üç kadın arkadaş daha var. Hepsine bir laf etmeye kalksan, neredeyse günü akşam ederiz zaten. Kısacası 4 yıla rağmen enerjimizi korumaya, üretkenliğimizi artırmaya, koşullara teslimiyeti reddetmeye devam ediyoruz.
Peki, içeriden dışarısı nasıl görünüyor? 2016’dan bu yana Türkiye’de her şey çok hızla değişti? İçeriye yansıyan Türkiye nasıl? Yaşananları nasıl yorumluyorsunuz?
Türkiye uzun zamandır içine girdiği değişim sürecinden çıkmanın sancısını yaşıyor. Buradan bakınca daha çok bir tıkanma hali dikkat çekiyor. İktidar zaten tıkanmış ve bu 4 yıl boyunca kesintisiz olarak gerilemiş bir merkezi yönetim gücü durumunda. Kaba zor, korku yayma, tehdit etme taktiklerinden başka dayanacakları bir şey yok. Başkanlık sistemi adı altındaki tek adam rejimi stratejisi, esasen çökmüş bir stratejidir. Taktik hamlelerle durumu kurtarmaya, idare etmeye çalışıyorlar.
Asıl mesele muhalefetin siyasi yetmezlikleri. Durağanlık ve seçim taktik hesaplarıyla çerçevelenmiş bir muhalefet tarzı hâkim. Politik değişim ve gelişme için toplumsal hareket ufku inanılmaz daralmış durumda. Halkı, memnuniyetsiz çoğunluğu seçimlere kilitleyip, “Godo’yu bekler” gibi onu beklemeye sevkeden anlayış umarım ne yaptığını biliyordur.
Bu süreçte bir tek kadın hareketi, toplumsal gelişme ve hak mücadelesi alanında durumu bir nebze kurtardı. Ama dönemin hayati ihtiyaçları sadece kadın hareketinin dinamiğiyle karşılanamaz; dahası böyle bir görev pratikte sadece kadın birleşik demokratik muhalefeti-demokrasi ittifakını, seçimlerden önce toplumsal-siyasal alanda hızla var ederek bir güven odağı olarak öne çıkarmak gerekiyor.
Son olarak, şiire ve edebiyata ilişkin başka çalışmalarınızı görecek miyiz?
Bakalım; şu an somut bir şey yok. Belki de sevgili okurlar, halkımız “iyi bir şiir yaz, bir daha şiir yazma” derler bana : )) Ama türünden bağımsız olarak her durumda yazmaya üretmeye devam. Bu da bizim görevimiz sonuçta. (RT)