İlkel komünal dönemin avcı toplayıcı klan ve kabile birlikleri, doğal toplumun ilk yaşam organizasyonu olarak yorumlanabilir. Bu topluluklar, toprak ve konut üzerinde kolektif ortak mülkiyet biçiminde temel ihtiyaçlarını karşılıyordu.
Erkek sınıfının artı ürünü elinde biriktirmesiyle gelişen sınıflı topluma evrilir. Yaşam alanları da ihtiyaçlara paralel olarak değişim gösterir. İhtiyaç fazlası ürünler için depolar inşa edilmeye başlanır. Biriktirme mantığı ile mülkiyetçiliği geliştiren sınıf zenginleştikçe daha gösterişli evlerde oturmaya, üreten asıl dinamikler de işçi-emekçi sınıfı olarak daha kötü yerleşim alanları ve konutlarda yaşar.
Tanrı krallar çağında başta Sümerler olmak üzere Babil ve Ortadoğu’da iktidarın gücünü ve mantığını temsil eden zigguratlar, mabetler, musakattim gibi mekânlar inşa edilir. Eski Mısır’da piramit mezarlar, saraylar benzer şekilde yükseltilir. Gittikçe keskinleşen sınıflaşma içinde ezilen sınıf olan işçiler inşa edilen yapıların yakınında geçici yerlere, düşük yaşam standartlarında iskân edilir.
Kentleşmenin ilham kaynağı olan Antik Roma’da ise durum daha sistematikleşti. Bu dönemde emeğin hiçbir sürecinde yer almayan aristokrasi ve onun altında ezilen köle sınıfı göze çarpar. Köleler hizmet ettiği hanenin en kötü odası, mahzenlerinde yaşardı. Aristokratlar genellikle bilim ve felsefe alanlarında çalışmalar yürüttüğünden, kent ve mekan tasarımında da önemli etkilerde bulunmuşlardı. Patika yollar, kent içindeki geçici tuvaletler, halk pazarları, arena (günümüzün stadyumları), konutlar ve kent planı sistemli olarak tartışılıp konumlandırılıyor. Aynı dönemlerde taş ocaklarında köleler çalıştırılır, taş ustalığı gelişip, mimaride yoğun kullanıldığı görülür.
Tarım ekonomisi ve onun mekânsal karşılığı olan yerleşik düzende iskân olma biçimleri zaman içinde evrilir. Ortaçağda tarım ve hayvancılığın tekellerini feodal beyler ve ağalar temsil etmeye başlar. Bu sınıfa hizmet eden serfler, toprağa bağlı çiftçi, köylü ve zanaat ustalarıydı. Köleler gibi satılmazlardı. Serfler, köleler gibi mülkiyetsizdi ve kölelik kültünün bir üst evresini yaşamaktaydı. Toprak satıldığında efendisi değişse bile serfler toprakla birlikte el değiştirirdi. Yaşam alanı bu anlamda stabildi. Örneğin Amerika’da büyük çiftlik sahiplerinin sınırları içinde dev malikâne yakınında küçük evlerde barındırılıyordu. Avrupa ve Ortadoğu’da da benzer formlar geçerliydi.
Buharlı makinenin icadı ile doğuşunu yaşayan sanayileşme süreci, modernist endüstriyel yaşamın kapılarını araladı. Bu çağda tarım el emeğinden koparılır, motorlu iş araçları ile işlenir hale getirilir. Bundan sebep serf ya da gündelikçi de olsa işçi-emekçi yığınları işsiz-aşsız orta yerde kalır. Toprak serfleri zorunlu olarak fabrikaların yolunu tutup yeni yaşam alanları olan endüstri kentlerine yerleşir.
Kentlerde endüstrinin köleleri haline gelen fabrika işçileri, çalıştığı yere en yakın mahalleleri inşa ediyordu. Gecekondu mahalleleri ya da getto denebilecek bu konutlar, salt çalışan yığınların dinlencesiydi. Burjuvazi ise münferit ve elit konutlarda yaşamaktaydı. Şehir planları incelendiğinde de fabrikalar çevresinde gecekondular, kentin en gözde mekânlarında ise estetize edilmiş konutlar görülür. Burjuvazi ile işçi sınıfının kentleşme içindeki konumlanışı karşılıklı ihtiyaç ekseninde dönüşüp durur. Bu kutuplaşmış şehir planı sınıflı toplumun mekan yansımasının vücut bulmuş haliydi.
Kapitalizmin gittikçe geliştiği endüstri kentleri göç almaya ve kontrolsüzce büyümeye devam ediyordu. Şehir alanları dünya yüzeyinin sadece yüzde 2’sini kaplamasına rağmen dünya kaynaklarının 4’te 3’ünü tüketen bir canavara dönüşmüştü. Devlet ve sermaye tekelleri ucuz işgücü elde etmek için kentlere göç olayının önünü açmıştı.
Kentlerin kontrolsüz büyümesi, barınma ve konut sorununu daha da derinleştiriyordu. Daha az toprak işgal edilerek, yüksek katlı binaların inşa edilmesi teknik çevrelerde tartışılmaya başlanır. Bu tür binaların teorik temeli “modern mimari”nin en büyük teorisyeni ve ustası sayılan Corbusier tarafından gerçekleştirilmişti. Corbusier, kent planlaması, sosyal konutlar, toplu yaşama alanları hakkındaki görüşleriyle özellikle II. Emperyalist savaş sonrası dünyasında etkili olmuş bir isimdi. “Konut bir barınma makinesidir, eğri sokak keçi yoludur, düz caddeler ise insanlar içindir.”gibi söylemleri hafızalarda kalan söylemlerinden bazılarıdır.
1952-55’lerde ABD’de ırkçı politikalar gereği siyahîlerin yaşayacağı yüksek katlı gettolar inşa edilir. Binalar, toplu konutlar olarak tasarlanmış, çoğunlukla yoksul siyahî Amerikalıların barınması için tasarlanmıştı. ‘72’de bu binalar statü kazanan siyahîler tarafından dinamitlerle havaya uçurulur. Yüksek katlı mimariyi savunan çevreler, modern mimariye bir darbe olarak nitelendirip bu duruma tepki gösterir.
II. Dünya paylaşım savaşı sonrası Fransa’da tümüyle yıkılmış ve harabeye dönmüş olan Saint Die kasabasının yaklaşık 30 bin insanını beş adet gökdelene sığdırmaya ilişin kimi mimari ve teknik çalışmalar yapılmıştı. Bu plan çalışması onanmadı fakat yüksek katlı binalarla örülü postmodern mimari fikri yaygınlaşmaya başlamıştı.
Artık kent plancıları, mimarlar gibi teknik beyinler devlet sisteminin ve burjuvazinin ölçüleri ile kent tasarlamaktaydı. Modernizmin hastalıklı ideolojisine göre din, ırk, ten rengi ve üretim-tüketim durumlarına göre kent planları yapılmaya başlanmıştı. Mimaride yerel kültür, toplumsal ölçüler ve yöresel ihtiyaçlar göz ardı edilip, ticari ve politik kaygılarla hareket edilir. Böylece yerden hızlıca betonarme yapılar yükselmeye başlamıştı.
Türkiye’de ise yapay kültürün inşa yöntemi olan betonlaşma sektörel olarak ilerler. Devlet ve kimi sermaye grupları mevcut üretimin finansörü oldular. 1950’lerle beraber özellikle İstanbul, İzmir ve Ankara başta olmak üzere yüksek katlı binaların inşa edildiği mega kentler oluştu. Henüz yoksul gecekondu semtleri gibi emekçi sınıflar bu modern yapılarda yer edinemezdi. Zira bu apartmanların ilk sahipleri orta sınıftı.
Devletinin kimi siyasi uygulamaları ve yanlış tarım-hayvancılık politikaları gütmesi, sermaye tekellerinin de ucuz iş gücü arayışı gibi sebepler, kentlere göçün koşulları yarattı. Burjuvazi rezidanslar, dubleksler, yatlarda yaşarken orta sınıf apartmanlara yerleşiyordu. Konutlar, ekonomik gücü yeten her bireye satılıyor, adına da ticaret deniyordu. Emekçiler ise fabrikaların yakınında gecekondulaşan, yoksul mahallelerde mütevazı yerini aldı. Hiçbir mimari estetik kaygı olmaksızın yerinde filizlenen bu yapılar ve mahalleler ilk zamanlar devlet tarafından görmezden gelinir. Çünkü finans kapitalin işlemesi için onların çalışması ve bir yerlerde barınması gerekmekteydi. Zamanla Kürt, Roman, Alevi gibi yoksul işçi emekçi mahalleleri bu biçimde oluşur.
Sistemin algı bütünseline göre kentlerde yeri olmayan gecekondular estetik kaygılarla çirkin olarak nitelendirilip, ötekileştirilir. Kentsel dönüşüm gibi teknik terminolojilerle emekçilerin yaşamları ile ilgili kararlar alınmaya başlanır. Bu işlerin başına da “Toplu Konut İdaresi” denilen devletin resmi müteahhidi getirilir. Kent içinde görülmek istenmeyen emekçiler TOKİ’nin inşa ettiği, kentin 20-30 km ötesindeki gettolara sürülmek zorunda bırakılır. Devlet eliyle resmi zemini de hazırlanmıştır. Yoksullar, on yıllardır yaşadığı yerinden bir anda bu beton kutulara sürülür. Yerinden yurdundan sürülmesi yetmemiş gibi on yıllarca devlete “kira öder gibi” kendini borç batağında bulur. Hiçbir ikna ve karar süreci yaşamadan kaderi belirlenir.
Yoksul ve emekçi sınıfın barınma sorunu yüzyıllarca şekil değiştirmiştir, fakat yaklaşımın özü baki kalmıştır. Öyle bir kent düşlüyorum ki en fazla dört kata kadar bazalt, ahşap, kerpiç gibi doğal malzemelerden inşa edilmiş evlerle örülü olsun. Genişçe bahçeleri olsun. Bu bahçelerde organik tarım, kümes hayvancılığı gelişsin. Hastalık saçan kimyasallar içeren beton yapılar ve eril zihniyetin yüksek katlı binaları tercih edilmesin. İnsanlar yaşamın her alanına ilişkin kendi karar süreçlerini yaratsın. Sınıflaşmanın kentsel ifadesi olan ötekileştirici mahalleler olmasın. Ekoloji ve demokrasi öğesi yaşamın her alanında öncelikli ilke edinilsin. Yerel kültür ve onun mekânları ayakta dursun.
Mekân, insan psikolojisini derinden etkileyen, yaratıcılığını ya da körelmesini, özgürlüğünü ya da köleliğini koşullayabilecek etkileri olan diyalektik bir yerdir.
Ötekileştirmeden, ayırmadan, eşit koşullardan ve imkânlardan faydalanabileceğimiz her birey ve topluma dönük özgürlük mekânları inşa edebiliriz. (HA/AS)