"Okuyacağınız sayfalarda giriştiğim çaba, neye ve kimlere yararlı olacak, bilemiyorum”[1]
Sadece cesur olduğunu söylemek eksik bir tanımlama olacaktı.
Çünkü yaşadığını anlatmak bu zordur ve cesaretten fazlasını ister. Öne sürülen düşüncelerin uygulamasını kendine vazife edinmiş bir yazar vardı karşımda. Sadece dile getirmiş olsaydı da bu büyük bir çaba olacaktı. Ama kendi söylemiyle “neşteri önce kendime vuruyorum”. Bunu okudum. İki kırmızı koltuğun bulunduğu aydınlık bir balkonda, mavi renkli bardağın dibinde kalmış acı kahvenin eşliğinde. Boğazımdan geçen kahvenin tadı bunu umursamıyorum. Buna dikkat etmiş gibi dile getiriyor olmam biraz zaman kazanmak için. Korkmayan birinin sözcüklerini okuyordum. Ben korkuyorum! 1969 yılında çıkmış olan kitabı, şu an elimde. Sözlerden öte davranışlara önem verilmiş bu yaşantının sayfalarını aralıyorum, korkmak için büyük bir neden değil mi?
Orhan Pamuk, Yeni Hayat’ta; eline aldığı kitabın, onu sürüklediği yeniliklere gidip gelirken; pencereden bakar, sokağa çıkar, uyur, uyanır, konuşur, İstanbul'u anlatır… Kısacası bu duyguyu yayar. Ben şimdi bu okuduklarımı nereye yayacağım? Kadın yazdıklarını, yaptığını söylüyor. Bu cüretkar bir söz öbeğinden öteye gidiyor. İki kırmızı koltuğa söylüyorum ve hemen yanlarında duran kapalı camlara, burası çok havasız!
“Kadının durumunu değiştirmek gibi kuru bir hayalin peşinden koşmadım.”[2]
İstanbul'un güneşli günleri, açtığım pencereden içeriye dolan hava; dışarıya davet ediyor. Ben henüz yeni uyanmış olanlar misali, kaldığım yerden devam ediyorum. Okuyorum.
“Bir genç kızın anılarından sonra niçin özyaşam öyküme devam ettiğimi söyledim. Paris’in kurtuluşuna erişince, nefes nefese durdum; giriştiğim işin ilgi uyandırıp uyandırmadığını bilmeye gereksinimim vardı. Anlaşıldığına göre uyandırmıştı.”[3]
Kadın kendini anlatmaya devam ediyor, karşılaştığı eleştirilerin ondaki yüzü, daha da anlatma isteği. Her sayfadan dışarı yansıyan bu özgüveni alıyorum, nereye koyup, kiminle konuşacağım bunları?
“Bana ‘öykünüzü herkes biliyor, çünkü 1944 'ten itibaren yaşamınız kamuya mal oldu’ da dediler.”[4]
Eleştirilerin çirkinleşen tarafına katkı sunmayı istemediğimden, yanıtlara odaklanıyorum. Cümlelerin bir yerine iliştirilecek amaların da itibar zedeleyen durumunu bildiğimden, ama bunun farkında değillerdi, demeyeceğim. Farkındalık bir kaç doğal yetiden ibarettir. Zor olanın dile getirmek ve uygulamaya çalışmak olduğunu söyleyebilirim. Bu kadının yazdıklarını okuyan başkaları da söyleyebilir.
Devam ediyorum;
öyküdeki kişisellik, şimdi de politikayla olan serüvenlerine geçmişti. Yazgısının başkalarının yazgısıyla olan bağı: özgürlüğe, ezilmeye, acılara ve mutluluğa da dokunuyordu. Küba’nın, Cezayir'in kurtuluş mücadelesine; ne denli yaklaştığını okuyordum. Düşüncelerini soyut, özlü sözlerden ötesine taşımak isteyen kadının varoluş mücadelesi; eyleme dönüyordu.
Tek başına olmayan bu kadının sevdiği biri de vardı. Beraberlerdi. Politik tartışmaların içinde, felsefe de ve yatakta. Bağımsızlığını korumakla, ondan vazgeçmeyi karşı karşıya getirmemiş olduğu için, sözlerinin bir başka hali vardı.
Bu hal, kendi sorumluluğunu kendine yüklemekti. Bu gerçeğin ifşa edilmiş olması; bu sadece erkekleri değil, bazı kadınları da üzüyordu. İki sevgilinin yaslandığı bir gerçek daha vardı ve bu da sanırım oluşan bu üzüntüleri bertaraf eden doğal bir sonuçtu. İnsanlara sundukları tutumun doğal sonucu; bunu eyleme geçirmek zorunda oldukları algı. Üstlerine sinen bir tortudan veya kabul günlerinde sunulacak aktivitelerden fazlasından bahsediyorum. Okur - yazar arasında oluşan köprünün, alıcı-verici durumlarının yer değiştirmesinden, bu değişikliğin farkında olmaktan, bu gibi doğal sonuçlardan.
Doğal olan durumların kabulünün ve uygulanma güçlülüğünün, sonradan öğretilmiş olan birçok soyut ve akıldışı kavramdan daha çok çaba gerektirdiğine şahit olmuşuzdur.
Artık ellili yaşlarını devirmiş bir kadındı. Avrupa'nın önde gelen sanatçılarının kişiliklerini ve fikirlerini de açıkça dile getirebilme cesareti gösteren... Okumaya devam ettikçe zamanın akıp gittiğini, şehrin pencereden uzanan haliyle, akşama döndüğünü görüyordum. Birçok kitabın arasında, şu andaki yerim; Galatasaray Lisesi'nden aşağı doğru inince, Boğazkesen'e varmadan, Beyoğlu'nda bulunan Homer Kitabevi’ydi. Gün boyunca sessizlik ve kahvenin ikram edildiği Kitabevi’nin, kapanma saatleri yaklaşıyordu. Birkaç boyun ve omuz egzersizinden sonra, okumaya devam ettim.
Birçok ülkenin sokaklarında gezerken deneyimlediklerini de yazmış. Az önce okuduğum sayfada, Dostoyevski’nin mahallesini görmeye gidiyordu. Başka bir sayfada, Norveç ve Finlandiya'da hissettiklerini okumuştum.
Sonra bütün bu gezip görülen yerlerin ve biriktirilen bilginin üzerinde düşünmeye başlıyordu. Samimi sözcükleri her sayfada, giderek, daha da artan bir istekle, konuşuyordu. Durmadan! Ne kadar çok gerçek kelimesi vardı.
“Bunlar yağla bal değil elbet, kimseyi beslemeyecekler. En iyi olasılıkla, okunursam, okur ‘ne çok şey görmüş!’ diyecek.” [5]
Şimdi elime aldığım kitabın arka kapağında Fransa'da ilk yayınlandığı zaman, iki yıl içinde 97 defa basılarak bir rekor kırdığı yazıyordu. Kitabın ismi; Le Deuxiéme Sexe, Türkçeye çevrilmiş hali; Kadın, sekizinci basım…
O tarihe kadar sürüp gitmiş olan kadın anlayışının bu eserle beraber altüst olduğu; yazarlarının, aydınların, okurların birbirine girdiğini ve tartışmaları gözümde canlandırmaya çalıştım, güldüm! Biraz da bu cüretkar tavrın kaynağının, ne olabileceği üzerine düşünmek gerektiğini söylemek zorundayım. Her ne kadar ısrarla bu tavrının ilişkisiyle olan bağına durmadan değiniyor olsa da, bunun kişisel bir reçetesi de vardır. Bir kaç kitap önce okumuştum. Sorumluluklarını aldığı konusundaki netliği, bence gücün kaynağıydı. Saat sekiz olmak üzere, 7 saattir bu koltuktayım. Birkaç tuvalet ve camı açıp kapatma molası dışında… Kitabın ilk bir kaç cümlesi; “toplumunun kadına hazırladığı yazgı genel olarak, evliliktir. Bugün bile, kadınların çoğu evlidir, evlenip ayrılmış ya da dul kalmıştır, evlenmeye hazırlanmakta ya da evlenmediği için dertlenmektedir.” [6]
Aşkın ödev haline gelmiş olmasına, birçok düşünürün bu konudaki fikirlerine, cinselliğe uzanan kısacası bir genç kızın yazgısını tamamlayıp kadın olabilmek için ne büyük engeller aşması gerektiğini tek tek yazmış.
“İşin doğrusu, bedensel aşkın ne mutlak bir erek, ne de basit bir araç diye görülmemesi gerektiğidir; bedensel aşk bir varoluşu doğrulayamaz: ancak dışardan gelecek doğrulamaları da istemez. Kısacası, her insanın yaşamında ona tat katan, özerk bir olgu halinde rol almalıdır. Bir başka deyişle, her şeyden önce özgür olmalıdır.” [7]
İşin iç yüzünü bildiğine dair o denli cümlenin ağırlığı içinde; yürüdüğü sokakları, sohbet ettiği insanları düşündüm. Şanslı olduğunu ifade ediyordu. Kesinlikle haklıydı. Hayatına girmiş birçok kişinin içindeki en aykırı ses değildi. Etrafında onun gibi birçok aykırı ses vardı. Peki ya tek olsaydı? Bilirsiniz bu çok daha güçtür. Hem etkili hem de bağımsız olmak; bunun için kadının göstermesi gereken çabanın, bir kaç yardımcı olacak ön fikre ve her şeyden evvel kişisel bir inanca ihtiyacı vardır.
Çileci ve suçlayıcı bir ağzın ve sözcüklerin çözemiyor olduğu bilinen bir gerçektir. Değişime kendi penceremizden başlayacak olmanın, değerli ve net çözüm olabileceğini sayfalarca yazmış. Bugün on kitabını önüme alıp bir kaçını inceleme fırsatı bulduğum bu kadın yazarın artık adını açıklamam gerekiyor. Yazının sonlarına geldiğime göre... Farklı bir şey yapmak istiyorum. Burada bıraksam, ipuçlarından ve yazının altında bulunan kaynakça bölümündeki bilgilerden ismine ve yaptıklarına erişmeye çalışsanız bu daha yararlı olmaz mı? Çünkü hepimizin elinde bulunan telefonlarından bunu okuduğunuzda ve yine aynı mesafedeki arama motoruna kitaplarının ismini yazıp, kendisine ulaştığınızda; bunu söylemlerini hatırlama ve hatırlatma gücünüz artabilir diye düşünüyorum. Belki yanılıyor da olabilirim. Ama denemeden bunu bilemeyiz ve bütün yenilikler ilk defasında çok iç açıcı görünmezler.
Ama bazıları bunu yapmak zorundadır. Geleceğin içindeki o hoş olan yer için mi? Sanmam. Bazıları böyledir. Yani farkındadır. Onların tecrübelerini okumak, ayrıcalıktır.
Bu şekil ifade ediyor olmam, bunun da yapıtlarını incelediğim kadının samimiyetine erişmek için, bilinçli yapılan bir tercih olduğu görülebilir. Bir iddiam yok, sadece denedim.
Hiç aşkına değinmemiş olduğum için yazının başlığını da buna adayacağım. Sıra en büyük ipucunda; Jean Paul Sartre ile yaşadıkları özgür aşkı, Fransa'nın önde gelen kadın hakları aktivistlerinden biri olan, Claudine Monteil’in kaleminden, Elif Gökteke'nin çevirisiyle okumaya evde devam etmeliyim. Çünkü kitabevinin kapanma saati geldi. Saatlerdir sadece kahve içmiş olduğum için, ne denli acıkmış olduğumu ve kararmış sokağın içindeki kendi adımları takip ederek evime gitmeliyim.
“Gerçek şu ki ben bir yazar kadınım: bir yazar kadın, yazı yazan bir ev kadını değildir, bütün varoluşu yazının buyruğu altında bulunan kadındır. Böylesi bir ömür her ömre bedeldir. Kendi nedenleri, kendi düzeni, kendi amaçları vardır. Bu yaşamı çılgınca diye nitelemek için onlardan hiçbir şey anlamamış olmak gerekir.” (Koşulların gücü 1963)
Saat sabah 06.50 yazıyı şimdi bitirdim. İlk kahvenin ardından işe gitmek için hazırlanmalıyım. Dışarıdan yağmur sonrası sessizliği bozan bir kaç kuş sesi geliyor. Pencereleri açtım. İçeriye dolan havanın ve birçok iyi sözün ağırlığı... Şimdilik bu kadar! (GB/EA)
[1] ve [2] Kadınlığımın Hikayesi, Simone De Beauvoir, Payel Yayınları, Çeviren: Erdoğan Tokatlı
[3] ve [4] Koşulların Gücü - Birinci kitap, Simone De Beauvoir, Payel Yayınları, Çeviren: Betül Onursal
[5] Koşulların Gücü, İkinci kitap, Simone De Beauvoir
[6] ve [7] Kadın, Simone de Beauvoir, Payel Yayınları, Çeviren: Bertan Onaran