* Fotoğraf: Hikmet Adal
El pençe bir vaziyette af dilercesine yargıcın gözlerinin içine bakıyordu grev kırıcı işçiler...
Firma sahipleri, taşeronlar ve polisler gözlerini fena korkutmuştu. Fabrikanın işgal edildiği günlerdeki zararı kendilerine fatura edilebilirdi. Sürekli olarak yağmacı olmadıklarını, herhangi bir mala zarar vermediklerini, Devrimcilerle alakasız olduklarını vurgulamaları bu yüzdendi.
Tıkanan toplu iş sözleşmesi görüşmelerinin 3. ayında patronun “İşinize geliyorsa! İster kabul edin, ister etmeyin! Ben de fabrikayı kapatır hepinizi çıkarırım!” tehditlerini kanunsuz lokavt olarak gören 600’ü aşkın arkadaşı ile birlikte grev kararı almışlardı. Madem öyle, talepleri kabul edilene kadar fabrikada nöbetleşe bekleyeceklerdi.
Fabrikadaki bütün işçiler taşeronun kaldırılmasını ve tüm işçilerin kadrolu ve güvenceli çalışmasını talep ediyordu.
Grev kararı alınırken “Sonuna kadar arkanızdayız” diyen DİSK’e bağlı sendika, direnişin başlarında “görüşmeler sürerken vaktinden önce alınan grev kararı” iddiasıyla kendilerini ortada bırakmıştı.
Farklı fabrikalardan ve direnişlerden işçiler, mahalle dayanışmaları, platformlar, işçi dostları onları ziyarete geliyor, erzak getiriyordu. Hep birlikte “İşgal, Grev, Direniş!” sloganı atarken hatıra fotoğrafı çektirmeyi ihmal etmiyorlardı.
Gelen ziyaretçileri yalnızca çay ocağı ve yemekhanenin orada ağırlıyorlar, üretimin yapıldığı alana sokmuyorlar, üretim araçlarına zarar gelmesin diye gözlerini dört açıyorlardı.
Kimse onları zorla tutmadığı için dönüşümlü olarak evlerine de gidiyorlardı. Sonra tıpkı işe gider gibi üretimden gelen güçlerini kullandıkları fabrikaya, direniş alanına geri dönüyorlardı.
Fabrika işgali bir ayını geride bırakırken firma sahipleri, taşeronlar ve polisler elbette boş durmuyordu. İşçilerin arasına nifak sokmak için sürekli grev kırıcıları gönderiyorlardı.
87 kişiydiler...
Topluca karakola giderek bundan sonra olacaklardan sorumlu olmadıklarını, herhangi bir mala zarar vermediklerini anlattılar dilleri döndüğünce. Ancak polisler kopyala yapıştır yöntemiyle standart bir ifadeyi sanki onlar vermiş gibi imzalatmıştı. Grev kararını verirken kandırıldıkları, yasadışı greve katıldıkları, pişman oldukları, dış mihrakların oyununa geldiklerini anlayınca da ifade vermeye geldikleri yazıyordu o kağıtlarda.
10 Nisan günü bini aşkın polisin gaz sıkarak, darp ederek gözaltına aldığı 102 arkadaşından ayrı durarak devletin “şevkatli” kollarında yırttık zannettiler. Oysa günlerce birlikte işgal deneyimi yaşadıkları ve yemekhanede birlikte karar aldıkları arkadaşları baskında çatıya çıktığında grev kırıcıların güvendiği polisler suyu ve battaniyeyi bile çok görmüş, saatlerce susuz ve soğukta bırakmıştı. 11 gün daha kalsalar aynı acı ve şiddetin muhatabı olacaklardı ancak kafaları önlerine eğik değil dik olacaktı; yıllarca anlatacakları bir haysiyet hatırası olacaktı.
Aradan yıllar geçtikten sonra bir baktılar ki devlet onları ayırmamış, kayırmamış hepsine dava açmıştı. Hatta içlerinden bir kadın işçi greve bir gün bile katılmamış, taşeron ve grev kırıcıların sözüne inanıp kendini direnişçilerden ayrıştırmak için karakola gidip ifade vermişti. Deyim yerindeyse kendi topuğuna sıkmıştı diğer “düşkünler” gibi...
191 Greif İşçisi yaklaşık 5 senenin ardından mahkeme önüne çıkarıldı ve yargılandı. Salondaki gerilimin nedeni yukarıda anlatılan grev kırıcıların, direnişin son anına kadar kalan işçilerle dip dibe olması, onların “Hepimiz oradaydık yahu” deyişini duyması, polisin ve firma sahiplerinin komplosuna geldiklerini fark etmesi ve evvelki gibi paçayı kurtarma çabaları idi.
Ortada iki suçlama var. Çalışma hürriyetini bozmak yani yasadışı grev ve görevli memura direnme. Teknik olarak grev kırıcılar sonuna kadar kalmadığı için yalnızca yasadışı greve katılmakla suçlanabilir ve ceza alabilir. Haliyle yargılamadaki en kritik nokta bu grevin yasadışı bir lokavt tehdidine karşı topyekûn olarak işçilerin grev kararı olduğunu göstermekti ki kanaatimce yargılama esnasında bu açıkça ortaya çıkmış oldu. Grev kırıcılar bu direnişe yasadışı grev dedikçe aslında kendi aleyhine beyanda bulunduklarını anlayınca polisin komplosunu anlatmaya başladılar. İşte dananın kuyruğu burada kopuyor. Çünkü 102 işçinin bini aşkın polise direnme imkanı mümkün olmadığına göre; fiili ve meşru olan bu grevi sahiplenmekten başka şans olamazdı ki ilk baştaki istisnalar dışında bütün işçiler bunu yaparak ikinci kez kendi topuklarına sıkmaktan kurtulmuş oldu.
Greif Direnişinin irdelenmesi gereken en önemli noktalarından biri ise yıllarca asıl işin önemli bir kısmını 44 ayrı taşerona yaptıran Greif Fabrikası’nda artık taşeronlar yok, işçiler sendikalı ve toplu iş sözleşmesi yapılıyor. Demek ki isteyince oluyormuş. Demek ki direnince ve bedel ödenince kazanılıyormuş.
Direnişe katılan işçilerin tamamı tazminatlarını eksiksiz olarak almış olduklarını söyledi. “Çıbanın başı” olarak görülenlerin haricindeki işçiler halen Greif Fabrikası’nda çalışmaya devam ediyor. Haliyle hem ekonomik hem de politik kazanımı olan bir özyönetim deneyimini bir de beraat kararıyla taçlandırmamak için bir sebep kalmadı çünkü grevi “herkes” sahiplenmiş oldu.
Saraylardan adalet çıkacaksa bu şekilde çıkar ancak... (TD/AS)