Kimi insanlar vardır ki, hafıza onları kolay unutmaz. Şehrin bir mekânından yürüyüp geçerken onu anımsarsınız. “Burada otururdu, burası onun mekânıydı” dersiniz. Ya da şu hareket, şu tavır onu en güzel ifade ederdi, dersiniz. İşte Salih Abi öyle biriydi. Onu tam olarak ne zaman tanıdım emin değilim. Bizim kuşağın bir şekilde yolunun kendisiyle kesiştiği önemli bir şahsiyetiydi Salih Ateşoğulları…
Diyarbekir’in, hemen surların dışındaki Lise Caddesinde bir kahvehane vardı, Çamlıca Kıraathanesi. Bingöllü Zaza Mehmed çalıştırırdı o kahveyi. Bir de garsonu vardı; Ayna çatlatan Abdurrahman. Salih Abi kahvenin mütemmim cüzüydü. Karayolları 9. Bölge Müdürlüğünde çalışırdı. Ve iş yerinde çalışıyor olmadığı zamanlarda mutlaka Çamlıca Kahvesindeydi. Yeri de sabitti. Kimse kolay kolay onun köşesine otur(a)mazdı. Hemen çay ocağının yanındaki sağ köşe Salih Abi’nin yeriydi. Her zaman başı kalabalıktı. Gençler sürekli etrafındaydı ve genellikle de Salih Abi konuşur, anlatırdı; biz gençler dinlerdik.
70’li yıllarda sürekli Cumhuriyet Gazetesi okurdu. Dışarıda gördüğünüzde de gazetenin Cumhuriyet yazısı görünen hâli koltuğunun altında olurdu. Bizim kuşağın Salih Abi’yi tanıyan büyük bölümü “Biz sosyalizmi Salih Abê’den öğrendik” demeleri boşuna değildi. “Evdirehman çay ver!” deyip sert bakışlarıyla markacıya (garsona) bakıp ünlediğinde, haddine mi düşmüştü Abdurrahman’ın Salih Abi’nin önünde hazır ola geçmemesi! Çayın taze demi kırılmışsa ilk bardağı mutlaka Salih Abi’nin önüne konurdu. Yanında kaç kişi ve kimler oturursa otursun ve ne kadar çay içerlerse içsinler, Salih Abi hiç kimseye hesap ödetmezdi. Zaten bunu bilen bilirdi de! Hesap ödemeye yeltenenleri de hoş karşılamazdı Salih Abi…
Bir gün hiç unutmam çok kızmıştı. “Bir mektup yazdım, İlhan Selçuk’a, göndermeden sizlere de okumak isterim” dedi. İlhan Selçuk, yanlış anımsamıyorsam 1975’li yıllarda Mela Mustafa Barzani ile Alpaslan Türkeş’i karşılaştıran ve ikisinin de “ırkçılık” yaptığını savunan bir yazı yazmıştı Cumhuriyet Gazetesinde. O gün İlhan Selçuk’a bunun kabul edilemeyeceğini, Kürtlerin mazlum bir halk olduğunu ve faşist ırkçılıkla, Kürt milliyetçiliğinin aynı kategoriye konulamayacağını anlatan bir yazı yazmış ve Cumhuriyet Gazetesi ile de yollarını bir okur ve halk entelektüeli olarak aynı gün ayırmıştı.
Uzun yıllar hapis yatmıştı Salih Abi. Hiçbir zaman bize anlatmadığı bir nedenle askerde iken bir yüzbaşıyı öldürmüş. 6-7 Eylül felaketinin yaşandığı yıllarda mahpusken dönemin siyasi tutukluları ile de yattığını da paylaşmıştı. Mahpusta birlikte yattığı şahsiyetlerden biri de Aziz Nesin’di. Derdi ki; “Birgün ellerimle boğuyordum Aziz Nesin’i. ‘Nasıl olsa birini öldürüp buraya düştüm. Seni de öldürsem birkaç sene daha verirler o kadar’ dedim Aziz Nesin’e ve yıktım yere, ellerimle sıkmaya başladım boğazını”. Sorduk abi niye, diyerek. Devamla “Aziz Nesin’i siz bilmezsiniz. İçerde de Kürtler hakkında iyi konuşmuyordu. Hep kötülüyordu. Zaten yazdıklarını da okusanız fark edersiniz. Kürtleri hep kötü karakterler ve olumsuz tipler olarak anlatır kitaplarında. İçerde de Kürtler hakkında ileri, geri laflar edince tepem attı ve bindim boğazına, sonra diğer mahkûm arkadaşlar zor aldılar elimden”.
Onurlu ve başı dik, Kürtlük konusunda bugünün geçer tabiriyle “Kırmızı Çizgileri” olan biriydi. O yıllarda “meseleyi” sadece sosyalizm ekseninde gören ve “sosyalizm gelecek, devrim olacak Kürtler de diğer halklar gibi haklarına kavuşacak” tezine inanan biz gençlere; bizlerin o yıllarda kulak ardı ettiğimiz “başka, Kürdi şeyler” anlatan Salih Abi’nin o yıllarda söylediklerinin ne denli “mühim” ifadeler olduğunu ancak yıllar sonra anlayacaktık…
80’li yıllar 90’lı yıllara evirildiğinde Çamlıca Kahvesi artık yıkılmış, yerine koca bir bina inşa edilmişti. Salih Abi yine Lise Caddesi üzerinde bu kez “Rıza Dayı’nın Çay Ocağı”nı mesken tutmuştu. Artık Gündem Gazetesi okuyordu. Yine gençler etrafındaydı. Kürt Halkının siyasal talepkârlığı artık Salih Abi’nin her daim gündemindeydi. Fırsat buldukça ziyaretine gidiyordum. “Herkes, kendine Kürt diyen, kimliğiyle bu mücadelede yerini almalı, zafiyete yer yok” diyordu sürekli…
Son gördüğümde hastanede bitkin vaziyetteydi, ama gözleri aynı parlaklığını ve ışığını yitirmemişti. Başucunda yine gazetesi vardı, Gündem… Zaten o, hiç gazetesiz kalmaz ve dolaşmazdı. Kendisini ziyaretimden iki gün sonra, vefatını öğrendim. Taziyesine gittim, yakınlarına başsağlığı dileklerimi ifade ettim.
Hiç evlenmeden bu dünyadan iz bırakarak, vakarlı, onurlu duruşuyla Salih Abê, bizim kuşak gençlerinin abisi, öte yakaya göçmüştü. Öte yakaya göçerken, bir gün Çamlıca Kahvesinde sohbetimiz esnasında radyodan “Yurttan Sesler Korosu”nun seslendirdiği bir parçanın, belki kendisince hiç dillendirilmediği bir sevdanın benim fark ettiğim bir bakışında, ruhunda yarattığı hüznün, hiçbir zaman ilan ve ifşa edilmemiş bir aşkın yine bir sevgililer gününe, izi kalmıştı sanki geriye!
Şafak söktü yine sunam uyanmaz.
Hasret çeken gönül derde dayanmaz.
Çağırırım sunam sesim duyulmaz.
Uyan sunam uyan derin uykudan.
Çektiğim gönül dilinden.
Usandım gurbet elinden.
Hiç kimse bilmez halimden.
Uyan sunam uyan derin uykudan.
Bunca diyar gezdim gözlerin için.
Niye küstün bana el sözü için.
Dilerim Allah’tan sızlasın için.
Uyan sunam uyan derin uykudan.
Çektiğim gönül dilinden.
Usandım gurbet elinden.
Hiç kimse bilmez halimden.
Uyan sunam uyan derin uykudan…