Birçoğumuz gündelik hayatta farkında bile değildir şu yaşadıklarımızın ileride merakla okunacak tarih kitaplarına konu olacağının ya da resmi olmayan tarihin ta kendisi olduğunun.
İçinde bulunmayan ve etkilenmeyenler için savaş; tarih kitaplarında anlatılan mistik birer hikâye ya da beyaz perdelerde heyecanla izlediğimiz iki saate sığdırılmış etkileyici kurgulardır.
Oysa yıllardır ömrümüzle paralel ilerleyen ve devam eden büyük bir iç savaşın içindeyiz. Çoğunlukla düşük ve orta yoğunluklu geçse de bazı zamanlarda yüksek yoğunluklu bir hale dönüştü. Hatırladığım kadarıyla 1993-1996 yılları, 2011-2012 ve şu an (2016) içinde bulunduğumuz ve halen devam etmekte olan savaş hali yüksek yoğunluklu bir düzeyde(ydi).
Gerçi hangi düzeyde olursa olsun hiçbir zaman algı operatörleri tarafından savaş olarak tanımlanmadı, görülmedi. Bu da ayrı bir dert konusu.
Bir ülkede ölümün vahameti rakamlarla anlaşılıyorsa orada hayat “piyasa” olmuş demektir.
Son olarak “hendek terörizmi” olarak bize sunulmaya çalışılan savaş hali aslında derin bir trajedi ve kopuşun habercisi değil, ta kendisidir.
“Samimi” failler
Benim gibi insanların çocukluğuna bir kâbus olarak çöken 90’lı yılları arar hale geleceğimiz aklımıza hiç gelmemişti. O yıllarda insanlar; evlerinden, işyerlerinden kısmen de olsa gizlice alınır ve gizlice infaz edilirlerdi. Sahibi görünmeyen kısa namlulu tetikler çoğunluktaydı. Enseden ve arkadan açılmış yaralar vardı.
Saklanmak isteyen failler vardı. Gizlenmesi veya görünmemesi imkânsız köy yakmaları vardı. Ölüm bilançolarının çok azını oluştururdu kadınlar, çocuklar ve yaşlılar. Beyaz Toroslar ve ancak hayatta kalabilmiş mağdurların tarifleyebildiği işkencehaneler vardı. Biz doğal dinleyici çocukların dünyasına bir korku masalı kıvamında akardı yaşananlar/yaşatılanlar.
Şimdi ise bir soykırım kavramı olan “temizlik” aleni bir şekilde deklare edilip sahiplenilmekte. Gizli olan her şeyin yerini açıklık aldı. Cinayetini ve eylemini şeffaflıkla sunan eller var. Dokunduğu her yere imzasını atmaktan çekinmeyen ve “dişi için acil kan arayan” failler var.
Kısa namluların yerini tank namluları aldı. Yanak ve yüzlerden açılmaya başlandı yaralar. Morglar çocuk, yaşlı ve kadın bedenleriyle dolmaya başladı. Annelerin gözyaşları yetmiyordu anlaşılan bir de kanlarını dökmek lazımdı.
Kimsenin tariflemesine gerek kalmadığı, herkese naklen yayınlanan mekânlara dönüştü cinayet yerleri. İşkenceler çok hafif kalmaya başladı dönemin ruhuna. Yok ifadeymiş, vücuttaki darbelermiş, işkence iddialarıymış ne gerek var bunlara, infaz en baş ağrıtmayan yöntem olmaya başladı cezasızlık ikliminde.
Bu iki resim arasında ne demek gerekiyor bilemiyorum. “Minnetarız” demek en isabetlisi galiba. Artık yaşatılanları ispatlamak ve aydınlatmak için bir çaba harcamamıza gerek yok. Her şey çok şeffaf. Bu ülkenin şeffaflık yolunda ilerlediği tek alan sanırım insan hakları ihlalleri.
İki suskunluk bir hakikat
Tüm yaşatılan bu acılardan sonra dikkatimi çeken bir şey var; eskisi gibi çocuğunu eşini yitiren kimseler barış, demokrasi demiyor artık. Bu söylemler yerini derin bir suskunluğa ve öfke yüklü bakışlara bırakmış vaziyette. Ülkenin geleceği açısından acilen analiz edilmesi gerekilen, bu derin susuşlar ve öfkeli bakışlardır.
Yaşasın halkların kardeşliği, barış, demokrasi, özgürlük gibi sloganlar yerini “hani kardeştik” serzenişine bıraktı. Türkiye’nin batısında bir avuç aydın dışında hayat hiçbir şey yokmuş gibi akmaya devam ediyor. Roboski katliamında gökyüzüne fırlatılan havai fişekler küçük ırkçı hezeyanlar olarak görülürken binlerce insanın ölüm telaşı karşısında yılbaşı telaşı pek de unutulacak gibi görünmüyor.
Onları kahreden tank sesleri değil kardeşiz diyen halkın suskunluğudur. Gezi parkındaki polis şiddeti karşısında Kürdistan’ın her tarafında dayanışma gösterileri ve mesajları var iken bu sessizlik, en hafif haliyle “dostum başının çaresine bak” demekten başka bir şey değildir.
Oysa istenilen Cizre’ye, Silopi’ye ve Sur’a yürümeniz değildi, batıdaki meydanlarda “korkma yalnız değilsin” mesajıydı.
Ülkedeki tüm muhalifleri yenmeyi, sindirmeyi, yandaş kılmayı başaran korku iktidarı Türk halkının suskunluğu sayesinde halklar arasında derin bir hendek açmayı başarmak üzere.
Her şeyi bırak 15 yıllık iktidarları tarihinde kendilerini ilk kez krize ve patinaja sokmayı başarmış siyasal bir partiye ve genel başkanına yapılan karakter suikastlarını, haysiyet cellâtlığını bari yemeyin.
Türkiye’nin demokratikleşme ve barış tedavisine ilişkin bir politik reçete açıklayan siyasi partinin bölünme fobisi üzerinden boğulmasını seyretmek tam da istedikleri noktaya getirildiğinizin göstergesidir.
İnançsız vokaller
Peki, bu kadar sert ve insanlık dışı uygulamalarla kesin sonuç alınacak diyen tek bir iktidar yanlısı analiste rastlayabildiniz mi?
Şüphesiz ki hayır.
Hiçbiri inanmıyor, sadece uyulması ve desteklenmesi istenilen bir şiddet kararının vokalistliği söz konusu. Gün aşırı yüksek dozda şiddetle büyütülen çocukların şiddetle “terbiye” edilemeyeceklerini bizden daha iyi biliyorlar. O cepheden durum gayet net ve anlaşılır, zira ekonomik bağımlılık siyasal bağımlığı getirir.
Sadece şiddet kartı ve yöntemiyle sonuç almaktan başka çareleri kalmayan bu iktidarın arzusu; milliyetçilik, tekçilik ve bölünme fobileri üzerinden yüzde 50,01'i konsolide etmeyi başararak adım adım istedikleri başkanlık hedefine ulaşmak.
İşte bunlar hep yeni Türkiye… (KK/AS)