70’li yılların sonu. Diyarbakır’dan İstanbul’a göçeli birkaç yıl olmuş. İlk geldiğimizde Sarıyer’de şimdilerde lüks villaların olduğu Maden Mahallesi’nde boğaza nazır, iki göz odalı bir gecekonduya yerleşmiştik. Sadece yatak, üç beş kıyafet, dikiş makinesi ve el radyosundan ibaret eşyalarla sığınmıştık o koca şehirdeki küçük dünyaya. Burada tutunabilmek için çalışmak, para kazanmak lazımdı. Bir süre sonra Çapa’da nispeten düzgün bir eve taşındık. Çok geçmeden babam ve ağabeylerimin çalışıp, didinmesiyle maddi durumumuz kısmen düzelmeye başlayınca o dönem Maden Mahallesi’nde ucuz bir arsa satın aldık.
Babam büyük bir hevesle -kime çizdirmiş bilmiyorum ama- neredeyse üç metre uzunluğunda yağlı bir kağıda bahçe içerisinde dört katlı bir evin projesini çizdirmişti. Adına ‘plan’ dediği bu ruloyu en müstesna çekmecemizde saklardık. Öyle ki eve her misafir geldiğinde babam bize seslenerek, “Hele o planı getirin!” derdi. Biz de ona asistanlık yaparak, yerdeki Isparta halının üzerinde planı özenle açıp düzleştirmeye çalışırdık. Babam da planın inceliklerini gururla anlatırdı: “Şu üç katta üç oğlum ve eşleri oturacak. Alt katta da benle hanım ve geri kalan kız çocukları” Kızlara neden ev düşmediğini sormak pek aklımıza gelmezdi. Planı seyrederken; benle kardeşim sürekli evin bahçesinde oynayacağımız oyunların hayallerini kurar, planın tüm detaylarını anlatan babamın konuşması bitince hayallerimizi tekrar rulo yaparak, çekmecedeki yerine saklardık.
Sıra binanın yapımına gelmişti. Bunun için de temel atmak gerekiyordu, babam coşkuyla anlattıkça her birimizde başka bir heyecan oluşuyordu. Temel atmaya çoluk çocuk hepimiz gidecektik, kurban kesmeden olmazdı. Mangal da yapardık, babam da mutlaka rakı şişesini açardı.
Lakin bir gün kapımızın çalmasıyla bütün ‘plan’ altüst oldu. Esmer, siyah bukleli saçlı, takma kirpikli, rujlu, gözleri ışıl ışıl, çok güzel bir kadın kapıda belirdiğinde yanlış kapıyı çaldığını düşünmüştük. Büyük ağabeyimin evde olup olmadığını sorunca sanırım annem ilk kalp krizini orada geçirmişti. Hiç cevap vermeden kapıyı yüzüne kapatarak, yanlış kapı olmasa da hayatının yanlışını yaptığını genç kıza anlatmış olmuştuk.
Annemin canhıraşane biçimde “İstanbul’un kızları oğlumun başını belaya sokacak.” demesiyle derhal ağabeyimin evlenmesine karar verildi. Henüz 18 yaşında olan ağabeyimin de flört hayatı başlamadan bitmiş oldu. Diyarbakır’da uzaktan akrabamız olan ‘helal süt emmiş’ bir gelin alıp getirecektik. Kızın ailesi önce ‘gurbete kız vermeyiz” diyerek ağırdan almıştı. Ardından işi yokuşa sürmek adına iki metre altın zincir, sekiz tane 22 ayar burma bilezik, veeee 20 bin lira başlık parası. Bu da binanın yapımı için ayrılan paranın neredeyse tamamı demekti. Ama serde gurur ve akrabalık vardı.
Feodal bağların gücü adına tüm talepler kabul edilerek hazırlıklara başlanmıştı. Nişan, kına, düğün hepsi arka arkaya yapılmak üzere Diyarbakır’a gidilecekti. Malum ilk oğullarını evlendirecekleri için her şey usulüne uygun yapılmalıydı. Tabii biz; anne baba ve yedi çocuk yetmezmiş gibi bir de “bizim düğünler nasıl olur görsünler diye” İstanbul’dan Karadenizli aile dostlarımızın da biletini alarak düğüne davet etmiştik. Sigara, ayak, yumurta, köfte kokuları eşliğinde 24 saat süren otobüs yolculuğuyla Diyarbakır’a varmıştık.
Düğün salonları pek yaygın olmadığı için amcamın Benusen Mahallesi’nde ahırın üzerinde kurulu, kaçak olarak yaptığı, Sur ve Haram Su manzaralı, kocaman salonunun ortasında havuzu olan saray yavrusu evinde düğün yapmaya karar verilmişti. Üç gün, üç gece süren düğünün yapıldığı evin damında kazanlar kurulmuş, yemekler yapılmış, saz ekibi eşliğinde kıyamet kadar insan yiyip, içip eğlenmişti.
Masalsı düğün sona ererken elbette paralar da suyunu çekmişti. Dolayısıyla babamın Sarıyer’deki dört katlı bina yapma hayalleri de suya düşmüştü. Ama yine de gelen misafirlere planı göstermekten geri kalmıyordu. Ancak bu kez yerde serili planı buruk bir şekilde anlattıktan sonra yengeme dönerek, “İşte biz de binayı yapmak yerine oğlumuzu evlendirdik” diye içerlenmeye başlamıştı.
Bu arsa planı hikayesi son zamanlarda Osmanlı arşivlerinin açılmasıyla birlikte herkeste soyağacını öğrenme merakı başlayınca yeniden canlandı kafamda.
Kuzenimin soyumuzun “Los Angeles”tan geldiğini öğrenip, aileye duyurmasıyla adeta yer yerinden oynadı. Önce babaannemin soyu zannederek; iki yana taradığı saç örgüsü ve karakteristik yüz yapısıyla babaannemi, bütün dünyaya küs ama doğayla barışık olan amcamın medeniyetten uzak yaşam tarzını, bulunduğu her ortama ayak uydurup, çadır kurmaya meraklı ablamı göz önünde bulundurarak Kızılderili olduğumuza karar verildi. Ne de olsa onlar da Kürtler gibi yerliydi. Daha sonra babaannemin değil de büyükbabamın soyu olduğu anlaşılınca işin rengi değişti. Oğlunun tedavisi için hastanede yatan Aliye ablam bir anda kendini hastanede değil de “Alice Harikalar Diyarında” hissetti. Çocukluğundan beri içindeki Amerika rüyasının köklerinden gelen genetik bir şey olduğuna inandı. Öyle ki ‘Eğer istersen ağabeyime en çok iki gün bakabilirim. Gitmek istediğin bir yer varsa gidebilirsin” diyen kızına gidiş-dönüş iki gün yol sürdüğünü hesaba katmadan “Ayy o zaman Amerika’ya gidebilir miyim?” diyecek kadar tutkuluydu bu sevdaya. Hayatında esprinin hiçbir biçimi yer almayan, kendisini ciddi bir yüz ifadesiyle dinleyen kocasına “Bizim soyumuz Amerika’dan geliyormuş. Artık mazeret kalmadı, benim gidip akrabalarımı bulmam gerek” demeye bile vardırdı olayı.
‘Amerikalı’ olduğunu öğrendiğinde kocasıyla tartıştığı için morali bozuk olan büyük ablamın birden havası değişti. Diyarbakır aksanını bırakıp, telefonlara “Hello bacım” diye cevap vermeye başladı. Eniştemin olayı değerlendirme biçimi ise ortanca ağabeyimin ergenlik döneminde sürekli Teksas, Tom Miks çizgi romanları okuduğunu anımsatarak, “Demek ki boşuna o romanları okumuyormuş. Dedelerinin yaşamlarını merak ediyormuş ” şeklinde oldu.
Olayı duyan arkadaşlarımız ise bizi arayıp “Bütün komik şeyler de sizi mi bulur” diye sormaya başladılar. Komik şeyler mi bizi buluyor, biz mi komik şeyleri bilemiyorduk ama biz bu Amerika hayaline fena halde kaptırdık. Aniden gündemimiz değişti ve herkes tüm dertlerini bir anda unutmuş oldu. Son noktayı ise sülalenin bilge kadınlarından biri koydu: “Valla doğrudur, ben inanırım. Bu sülalede ortalık karıştıran kişiler çok. Aynı Amerika!”
Ve en çok hayıflandığımız şey ise babamın bu durumdan haberdar olamayışıydı. Soyunun nereden geldiği, birlikte oturup kalktığı insanlara göre sürekli değişen babam; Ermenilerin yanında Ermeni, Alevilerin yanında Alevi, Romanların yanında Roman olduğunu söyleyecek kadar yüreği zengin biriydi. Hâsılı kelam şimdi hayatta olsaydı bu kez ceketinin en müstesna cebinde taşıyacağı yeni bir ‘planı’ olacaktı ve belki de bize şöyle seslenecekti: “Hele o soyağacını getirin!” (BD/HK)
* Fotoğraf: Haluk Kalafat