Bugün, 3 Haziran’da Göç İzleme Derneği’ne yapılan baskın ile gözaltına alınıp tutuklanan 17 tutuklu, 6 tutuksuz ve 6 arama kararı bulunan 29 insan hakları savunucusunun yargılanması başlıyor. Duruşma 15 Aralık’a kadar devam edecek.
Bu davayla derneğin, Türkiye Cumhuriyeti’nin 100 yıllık tarihinde zorunlu göçe ve hak ihlaline maruz kalmış Gayrimüslimler, Aleviler, Kürtler ve kadınların zorunlu göç deneyimini konu alan kitapları, raporları suç unsuru olarak görülüp yasaklandı. Cumhuriyet savcısı hazırladığı 331 sayfalık iddianamede, Türkiye Cumhuriyeti Kanunlarında Vatandaşlık hakkının herkese açık ve net bir şekilde yazıldığını, bu yayınlarda Türk Sünni Müslümanların ayrıcalıklı göstererek devlete mesnetsiz bir karalama getirildiği söylemi ile devletin 100 yıllık ret ve inkar dilini tekrar etti. Bu yazı, bu yayınları ortaya çıkaran süreç, yayınların içeriği ile ilgili devlet iddianamesi ve karşı cevabına yer verildi. Ve aynı zamanda başta Sabah, Hürriyet, Yeni Şafak gazeteleri olmak üzere A haber ve diğer tüm merkez ve yerel medya organlarına servis edilen karalama kampanyalarına karşı bir cevaptır.
3 Haziran 2022’de Göç İzleme Derneği’ne ve eş zamanlı birçok adrese sabah saat 5’de polis baskınları gerçekleştirildi. Bu baskınlarda 22 kişi gözaltına alındı, 16 kişi tutuklandı ve 6 kişi hakkında arama kararı verildi. Bir kişi de daha sonraki bir baskında gözaltına alınıp tutuklandı. Göç İzleme Derneği’nin hak savunuculuğu alanında ürettiği kitaplar ve raporlar hakkında yasak ve toplatma kararı alındı.
Türkiye devleti tarafından 2015-2016 yılları arasında, Kürt illerinde ilan edilen sokağa çıkma yasakları sürecinde yaklaşık 500 bin insan yerinden edilirken 1 milyon 809 bin kişi de dolaylı olarak bu süreçten olumsuz yönde etkilendi. Bu süreçte yaşanan çatışmalar nedeniyle tahmini rakamlara göre 3 bin 638 kişi yaşamını yitirdi.
16 Ağustos 2015’te Muş’un Varto ilçesinde ilan edilen sokağa çıkma yasağından başlayarak 1 Mart 2018 tarihine kadar geçen süre içerisinde toplam 11 il ve en az 49 ilçede resmi olarak tespit edilebilen en az 299 sokağa çıkma yasağı ilan edildi.
Sokağa çıkma yasakları ve abluka süreçlerine tanıklık eden ve göç etmek zorunda bırakılan nüfusun büyük bir bölümünün 1980’li yılların ikinci yarısından itibaren gerçekleşen köy boşaltma/yakma olaylarından kaynaklı daha önce de zorunlu göçe maruz kaldığı saha araştırmaları ile saptandı.
Sokağa çıkma yasağı ile başlayan çatışmalarda, hayat bir bütün olarak sekteye uğrarken çatışmalar kısa süre içerisinde birçok kent ve mahalleye yayıldı. Günlerce, aralıksız bir şekilde devam eden sokağa çıkma yasakları döneminde, abluka altındaki kentlerin dış dünyayla irtibatı kesildi. Çatışmaların olduğu kentsel alanlarda mekansal dokunun tamamıyla yıkıma uğratılmasının yanı sıra can kaybı, yaralama, özel mülke yönelik planlı gasp, kitlesel yerinden etme gibi travmatik olaylar ortaya çıktı.
Bu süre içerisinde kentlere giriş ve çıkışlar yasaklandı, kentlere girişler polis ve asker barikatları ile engellendi. Sivil toplum örgütlerinin, gazetecilerin, doktorların, avukatların, parti temsilcilerinin bu süre içerisinde kentlere girişleri önlendi ve araştırma yapmalarına izin verilmedi. Elektrik ve telefon şebekeleri de kesilerek, ablukadaki bölgelerden dışarıya bilgi akışı önemli ölçüde önlendi, siyasi parti temsilcileri, sivil toplum ve insan hakları örgütlerinin süreci takip etmeleri engellendi. BM dahil İnsan Hakları İzleme Örgütü, Uluslararası Af Örgütü (Amnesty International) ve İnsan Hakları için Doktorlar (Physicians for Human Rights) gibi insan hakları alanında faaliyet gösteren uluslararası kurumların, ihlalleri belgelendirmek amacıyla kentlere girmelerine çatışmalar bittikten ve sokağa çıkma yasakları kaldırıldıktan sonra dahi izin verilmedi.
İnsan Hakları İzleme Örgütü Türkiye araştırmacısı Emma Sinclair-Webb bu durum için, “Türkiye Hükümeti’nin güneydoğuda birçok bölgeyi fiilen abluka altına almış olması, bir şeylerin örtbas edilmeye çalışıldığına ilişkin şüpheleri besliyor” dedi ve ardından “aralarında çocukların da bulunduğu, beyaz bayrak sallayan, ya da bodrumlarda mahsur kalmış sivillerin, Türkiyeli güvenlik güçleri tarafından öldürüldüğü yönünde inandırıcı anlatımlar var ve bu anlatımların varlığı alarm zillerinin yüksek sesle çalmasına neden olmalıydı” açıklamasında bulundu.
İlgili sureci takiben 2016 yılında, aralarında Gündem Çocuk Derneği, Sarmaşık Yoksullukla Mücadele ve Sürdürülebilir Kalkınma Derneği, Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD), Özgürlükçü Hukukçular Derneği (ÖHD), İnsan Hakları Araştırmaları Derneği (İHAD) ve Göç Edenler Sosyal Yardımlaşma ve Kültür Derneği (GÖÇ-DER)’in de bulunduğu 375 dernek kapatıldı. 1 Eylül 2016 tarihinde yürürlüğe giren 674 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile 28 Kürt belediyesine kayyum atandı.
Kürt illerine yapılan bu müdahaleler salt bir insan hakları ihlali olarak tanımlamak da yetersiz olur. Ağır silahların kullanıldığı bu süreç birçok insanın ölümüne ve birçok tarihi mekanın ağır tahribine sebebiyet veren etnik bir yapıyı hedef alma niyeti de taşıdı.
Yaşanan bu ağır insani krize müdahale edecek, ihlalleri gündemleştirecek, belgeleyecek ve destek olacak tüm kurum ve kuruluşlar çatışmaların son bulduğu 2016 yılında kapatıldı ve halk iradesiyle seçilen birçok belediyenin yönetimine kayyumlar aracılığıyla el konuldu. Kürt illerindeki asker ve polis ablukasına ek olarak keyfi kararnamelerle de insanların gündelik sosyal ilişkilerini bile sürdürebilmesi imkânsız kılındı, destek-dayanışma ağları yok edildi, dışarıya bilgi akışı engellendi, yaşanan vahşeti belgelemeye izin verilmedi. İsmail Beşikçi’nin Kürdistan, yasalar ile değil kararnameler ile yönetilir tezi 2016 yılında bir kez daha tüm fütursuzluğuyla uygulandı. Kürt illeri kararname ablukasına alındı ve bu ağır insani krize itiraz etmeye çalışan her kişi, kurum ve kuruluşa yasal şiddet uygulandı. ‘Cizre Türkiye’nin Srebrenitsa’sıdır!’ diyen Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı’ya 2 yıl 6 ay hapis cezası verildi.
Sivil toplum alanının KHK’lar ile Belediyelerin kayyumlar ile insan hakları savunucularının soruşturma ve cezalar ile susturulmaya çalışıldığı, kapatıldığı bir dönemde Göç İzleme Derneği kuruldu ve Kürt illerinde yaşanan ağır krizi kamuoyuna duyurmak, belgelemek ve zor durumda olan bireyler ve aileler ile yardımlaşmak, dayanışmak için çatışma ve ağır bir yıkımın yaşandığı Sur, Şırnak, Cizre, İdil, Silopi, Nusaybin, Yüksekova ile birlikte ve bu şehirlerden göç alan büyük şehirlerde de 2017 yılından itibaren saha çalışmalarına başladı. Bu çalışmalar sürecinde zor durumda olan aileler ile dayanışma ve yardımlaşma kampanyaları örgütledi ve bölgenin yaşamış olduğu ağır saldırıyı ve ablukayı işleyen aşağıdaki çalışmaları kamuoyu ile paylaştı.
1. Çalışma
Kadınların Göç Hikâyeleri kitabı
2015-2016 aralığında yaşanan çatışmayı ve göç sürecini kadınların deneyiminden bakmayı amaçlayan bu ‘sözlü tarih çalışması’ Göç İzleme Derneği’nin ilk saha çalışması ve çıktısı oldu. Nusaybin, Cizre, Şırnak, Yüksekova, Sur ve Van’da Cizre’de öldürülen 11 yaşındaki kızı Cemileyi defnedemediği için cenazesi bozulmasın diye buzdolabına koyan kadının da olduğu 18 kadının hikayesine yer verildi.
Bu sözlü tarih çalışmasında bahsedilen tanıklıklar, kadınların bireysel hatırlama biçimleri özelinde, yerinden edilmiş birçok sesi yansıtıyor. Zorunlu göç esnasında ve sonrasında, yakınını kaybetme, cenazesini bulamama, cenazesini ait hissettiği ya da dilediği yere gömememe, polis tacizi, yaralanma gibi kadınların gördüğü şiddet ve mağduriyet hikâyelerinin ötesinde, olağanüstü şartlar içerisinde yaşamı yine ve yeniden kurabilen özneler olduğu kitaba yansıdı. Ancak zaman zaman yaşanılan yeri bırakıldığı gibi bulamamak, bazen geride bırakılan hiçbir şeyi bir daha asla bulamayacak olmak ve bazen de bir yakınının cenazesine ulaşmak için oradan oraya sürüklenmek zorunda kalmak, yas sürecini tamamlayamamak gibi deneyimler kadınları psikolojik açıdan derinden sarsan durumlar oldu. Görüşmeler esnasında kadınların birçoğunda, gözle görülür bir titreme ve konuşma bozukluğu, zaman zaman da hatırlama güçlüğü gözlemlendi.
3 Haziran’da Göç İzleme Derneği’ne yapılan baskından sonra toplatma ve yasaklama kararı verilen kitap ile ilgili cumhuriyet savcılığı hazırladığı iddianame de;
“Kitabın birçok sayfasında "Kentkırım" kelimesinin kullanıldığı bu kelimenin bir şehri, tarihi kültürel dokusuyla beraber toptan imha etmeye yönelik yapılan bir savaş suçu olarak kullanılan terimi kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bir savaş suçu işlediğini ve yapılan operasyonların sözde özerklik ilanı eden terör örgütü mensuplarına değil de adeta şehirleri imha eden ülke olarak göstermeye çalıştıkları… Yapılan operasyonlara katılan güvenlik güçlerimizi itibarsızlaştırmaya ve uluslararası kamuoyunda Türkiye Cumhuriyeti Devletini küçük düşürmeye çalıştırdıkları… kitapların içeriklerindeki yazılarda devletimizle ve güvenlik güçlerimizle ilgili asparagas ifadelerden bolca yer aldığı, bahse konu ifadeler aracılığıyla ülkemizi uluslararası platformda zor duruma düşürerek… Kürt kökenli vatandaşlarımızın devletimize karşı kin ve nefret duygularının oluşumu amacına yönelik olduğu değerlendirilmiştir” suçlaması yer alıyor.
Cevap:
Yukarıdaki iddianamede geçen “Yapılan operasyonlara katılan güvenlik güçlerimizi itibarsızlaştırmaya ve uluslararası kamuoyunda Türkiye Cumhuriyeti Devletini küçük düşürmeye çalıştırdıkları” ve “kitapta mağduriyet duygusu yaratmaya çalıştıkları” devlet tezine cevap olarak çatışmanın etnik kimliği yok etmek ile beraber kadın kimliğine yapılan saldırıyı kadınların anlatımı ile:
“Zulme uğradık, bir soykırımdı, bir vahşetti. Nasıl anlatayım, size hangi kelimelerle ifade edeyim, annemle babam için evlenmedim, sırf onlara iyi bakayım, el bebek gül bebek olsunlar diye. Elin vahşisi gelsin annene babana zarar versin ‘at, avrat, silah’ diyen barbarlar gelsin seni öldürsün, zoruna gitmez mi? Hastaneye götüremedik babamı diyaliz hastasıydı, şişti şişti şişti. O günleri hatırladıkça her şeyden uzaklaşıyorum, aklımda hep o canilerin attığı bombalar, o tanklar suretler geliyor.”
“Açlık ve susuzluk beni etkilemiyordu, onların anonsları, ettiği küfürler beni çok etkiledi.”
“Evimize ateş ediyorlardı, eve beyaz bez, bayrak asmıştık ama yine de ateş ediyorlardı, fişek atıyorlardı. Evime havan topu attılar, delik açıldı, eşime bu defa gittik dedim, öldük dedim, ağladım, ağladım... çocuklarım telefon açtılar, öleceğiz bu defa dedim, silahla ateş ediyorlardı bize, evimiz başımıza yıkılacaktı. Evimizin önünde dışarı çıkan bir kadın öldürüldü. Silah sıkıyorlardı, dışarı çıkamıyorduk. Hamile bir kadın vardı, merdivenlerde vuruldu, olduğu yerde öldü.”
“Bu kirli bir savaştır! Kadın üzerinden bir savaş yürütüyorlar. Kadınlar ‘Biz kimsenin namusu değiliz’ diyorlar. Kadını, namusu olarak görenler anlasınlar, benim namusum kendime, başkasının namusu kendinedir. Yani buraya gelen güvenlik güçleri ‘Kadın eziktir, kadın Kürtlerin namusudur’ diyorlar ya ben namus değilim, benim namusum toprağımdır. Başka bir şey değildir! Bunu iyi anlasınlar. Onlar kadınların özgüvenini yıkmak istiyorlar ama kadınların özgüveni yıkılmadı. Eğer kadın kendi gerçekliğini bilirse bunu kabul etmez. Zaten devletin güvenlik güçlerinin buralardaki yaklaşımları kadını bir ziynet eşyası gibi gördüklerini açıkça yansıttı. Savaşta eğer kadını ele geçirirsem, kadın benimdir diye düşünüyorlar. DAİŞ sistemi var ya, bize öyle bir zihniyetle yaklaşıyorlar. Ama tabi kadınlar da bir şeyi bilmelidir ki biz kimsenin namusu değiliz, namus bizim namusumuzdur! Kimsenin iç çamaşırlarımızı ortalığa saçarak namusumuzu ortadan kaldırdığı yok, öyle bir şey mümkün olamaz, ben kabul etmiyorum.”
2. Çalışma
Göç İzleme Derneği’nin 2019 yılında kamuoyuna duyurduğu yine 480 kadın ile yapılan nitel ve nicel ikinci araştırma sahası olan Sokağa Çıkma Yasakları ve Zorunlu Göç Sürecinde Kadınların Yaşadıkları Hak İhlalleri ve Deneyimleri Raporu’nda;
Araştırmaya katılan kadınlar yüzde 88 oranında insanlık dışı ya da aşağılayıcı muameleye maruz kaldığı;
Katılımcıların yüzde 87’sinin kendisinin ya da bir yakının beden bütünlüğünün zarar gördüğü
Yakınlarının kaybı yüzde 75;
Gözaltı yüzde 74
Tutuklama yüzde 65 ve yas sürecini tamamlayamam yüzde 67 gibi yüksek oranlarda çıkmıştır.
Araştırmanın önemli bulguları arasında kadınların taciz türlerine verdiği örnekler olmuştur. Kadınların yüzde 77’si eşyaya taciz; yüzde 67’si sözlü taciz; yüzde 49’u ise kadınların özel eşyalarının taciz edildiği belirttiler.
Savaş ve silahlı çatışmalarda kadına yönelen şiddet, savaşın bir taktiği olarak kullanılıyor. Savaşlarda coğrafya ile beraber kadın bedeni sömürgeci eril zihniyetin doğrudan işgal hedefi oluyor.
Her ne kadar Türkiye Cumhuriyeti UCM’ye taraf olmasa da, suç tanımı olarak bu süreçte kadın bedeni üzerinde gerçekleştirilen birçok şiddet örneği savaş suçu niteliğindedir. Kadın bedenlerinin teşhir edilmesi, cinsiyetçi duvar yazıları, anonslar, kişisel ve özel eşyaların bir saldırı aracı haline getirilmesi, taciz ve tecavüz korkutması ile kadın bedeni üzerinde eril bir işgal politikasının uygulanmaya koyulduğu da görülüyor.
Raporda, görüşme yapılan kadınların yüzde 90’ı talepleri yerine getirilse dahi yaşanan kayıpların telafi edilemeyeceğini belirtti.
“Devlet özür dilemeli mi. Ne diyeyim ki, dilese ne olacak! İstediğinizi yazabilirsiniz”
“Ne özrü, özür dilemekle geçer mi? Tam bir adilikti yaptıkları. Adet oldum, kanlar içinde kaldım ped bulamadım atletimi çıkardım ped niyetine kullandım bu devirde bu olayı yaşamak hak mı? Asla affetmiyorum.”
“Bütün yıkım ve baskılardan ziyade 14 yaşındaki yeğenim çatışma sürecinde şok yaşayarak konuşma yetisini kaybetti. Devlet özür dilemesin çünkü bu tahribatın özrü yok.”
“Devlet benden özür dilesin diyorum, her şey ortaya çıksın diyoruz, niye bize böyle yaptılar zulüm yaptılar, biz de bu toprakların sahibiyiz bu toprağın ülkenin insanıyız diyoruz, niye öyle yaptılar. Devleti hiç affetmem belki korkudan affederim ama kalben, içten hiç affetmiyoruz, sevmiyoruz. Çok yüreğimizi şişirdiler çok kahrolduk çocuklarımız öldü gencecik kızları öldürdüler. Mahallem zaten kalmamış içinde bir şeyim de yok olsa da gitmem zaten, kiranı ödeyeceğiz deseler de gitmem o kadar gencecik çocuğu öldürdüler gidemem oraya o kadar gencin kanı var orada.”
Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Uluslararası Af Örgütü ve İnsan Hakları için Doktorlar örgütü raporlarının sonuçları araştırma sonuçlarımızı doğruladı.
Aşağıda uluslararası kurumların sokağa çıkma yasakları ile ilgili araştırma raporlarından bulgulara yere verildi:
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği Türkiye’nin güneydoğusundaki
insan hakları durumuna ilişkin rapor Temmuz 2015- Aralık 2016:
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği (OHCHR) aşırı güç kullanımı; öldürme; zorla kaybedilme; işkence; konutların ve kültürel mirasın yok edilmesi; nefrete teşvik; acil tıp hizmetleri, gıda, su ve geçim kaynaklarına erişimin engellenmesi; kadına karşı şiddet; düşünce ve ifade özgürlüğü ile siyasi katılım haklarının ciddi ölçüde kısıtlanmasına dair sayısız vaka belgelemiştir. En ciddi insan hakları ihlallerinin ise sokağa çıkma yasaklarının uygulandığı dönemlerde meydana geldiği rapor edilmiştir. Bu dönemlerde bazı yerleşim yerlerinin dünya ile bağlantısı bütünüyle kesilmiş ve hareketlilik günlerce, gece gündüz aralıksız bir şekilde kısıtlanmıştır.[1]
Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Nils Muižnieks, Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu Bölgesindeki Terörle Mücadele Operasyonlarının İnsan Haklarına Etkilerine İlişkin Memorandum:
Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Nils Muižnieks’in tecrübesine göre bölgede ilan edilen sokağa çıkma yasakları ve yaşananlar eşi benzeri olmayan bir uygulamadır. AİHM içtihadında da böyle bir uygulamanın izine rastlanmamıştır. Komiser raporunda, sokağa çıkma yasağının bundan daha ağır bir uygulamasını tahayyül etmenin zor olduğunu belirtmiştir. Bu nedenle komiser, söz konusu sokağa çıkma yasaklarının Venedik Komisyonu tarafından sayılan bütün hakları etkilemiş olması muhtemel olduğu görüşündedir.[2]
Uluslararası Af Örgütü:
Bölgedeki sürece bir bütün olarak bakıldığında, bu sürecin, altyapıdaki değişiklikler ve nüfus transferi vasıtasıyla güvenliği sağlamak için söz konusu yerlerde ikamet eden kişileri yerinden etme ve bu yerleri yıkıp yeniden inşa etmeye yönelik önceden tasarlanmış bir planın olduğu izlenimini veriyor. Sokağa çıkma yasaklarının boyutu düşünüldüğünde, bölge genelinde sokağa çıkma yasağı ilan edilen ilçelerde yerinden edilen kişilerin toplam sayısının yarım milyonu aşmış olması kuvvetle muhtemeldir.[3]
PHR, İnsan Hakları için Doktorlar:
Temmuz 2015’te Türk Güvenlik Güçleri, Kürdistan İşçi Partisi (PKK) ve ona bağlı gençlik milislerinin arasında açık düşmanlığın tekrar ortaya çıkması ile, özellikle Türk hükümeti tarafından, sağlık hakları ve tıbbi tarafsızlık ihlallerinin yaygın olarak meydana geldiği bir dönem başlamıştır. Türk güvenlik güçleri; güneydoğudaki kentleri tamamen kuşatmış, sağlık tesislerini kanunsuz olarak askeri amaçlarla kullanmış, acil sağlık hizmetlerine erişimi engellemiş ve bunlardan mahrum etmiş, sağlık tesislerini imha etmiş, sağlık çalışanlarına saldırmış ve zulüm uygulamış ve diğer yöntemlerle bölge sakinlerinin yaşam ve sağlık haklarını ihlal etmiştir.[4]
3. Çalışma
Göç İzleme Derneği, Türkiye’de Yerinden Edilenlere Yönelik Hak Arama Kılavuzu hazırladı. Bir sosyal devletin vatandaşlarına tanımış olduğu haklar konusunda bilgilendirme yapılmış ve bu haklara erişimleri yönünde bir rehberlik bilgisi oluşturulmuştur. Ancak bu kılavuz dahi dava konusu edilip yasak yayın statüsüne alındı.
4. Çalışma
İç Göç Raporu, Göç İzleme Derneği’nin tüm çalışmaları saha araştırmalarına, yüz yüze görüşme, anket ve mülakatlara dayanıyor. Genel olarak zorunlu göçü odağına alan dernek bu çalışmada gönüllü göç veya diğer göç türlerine de odaklanmış, insanlar göç etme nedenlerine eğilmiştir. Türkiye ve Kürdistan illerinde en çok göç veren 8 ilden en çok göç alan 8 ile otobüs yolcuları ile seyahat edilmiş ve bu yolcular ile göç etme nedeni sorgulanmıştır.
5. Çalışma
Sokağa Çıkma Yasakları Sonrasında Zarar Tazmin Sürecine Yönelik Alan Araştırma Raporu
2015 yılından ilan edilen sokağa çıkma yasakları ile başlayan süreçte insanların yaşamış olduğu hak kaybının tazmin ölçümü için bir araştırma yapılmıştır. 26 Ağustos 2019 ve 26 Eylül 2019 tarihleri arasında çalışma, Şırnak merkez ve Cizre, İdil, Silopi ilçeleri, Diyarbakır’ın Sur ilçesi, Mardin’in Nusaybin İlçesi ve Hakkâri’nin Yüksekova ilçesi olmak üzere 7 kentte hak kaybına uğramış 496 kişi ile anket ve mülakat gerçekleştirilmiştir. Araştırma katılımcıları yüzde 60 kadın, yüzde 40 erkek oranında olmuştur.
Bu çalışmada 2015-16 yıllarında Diyarbakır, Şırnak, Mardin ve Hakkari illerinde meydana gelen zararların, hem uluslararası sözleşmeler perspektifinden hem de 5233 sayılı kanun üzerinden tazmin edilme süreci, mağdurlar ile yapılan saha çalışması ile birlikte ele alınmıştır. Bu araştırmaya katılan katılımcıların yüzde 96’sı evlerinin hasara uğradığını belirtti. Araştırmaya katılan kişilerin yüzde 75’i evlerindeki eşyaların tamamının zarar gördüğünü ve kullanılmaz hale geldiğini söyledi. Ev içi olmasına rağmen hasarın boyutunu göstermesi açısından önemlidir.
Katılımcıların yüzde 67’si tazminat yasasına başvuru yaptığını; yüzde 20’si başvuru yapmadığını; yüzde 12’si başvuru yapılıp yapılmadığı ile ilgili bir fikrinin olmadığını söyledi. Yasaya başvurmayan kişilerin büyük bir bölümü, devletin zararlara yol açan sorumluluğunu görmezden geldiği için başvurmak istemediklerini belirtti. Aynı şekilde yasaya başvuran kişiler de aynı sorunu dile getirdi. Kimisi ekonomik, kimisi siyasi baskı sonucu tazminata başvurmak zorunda kaldıklarını dile getirdi.
“Vallahi ev yıkılmış. Ne hasar olmuşsa olmuş, evi ateşe verdiler, öyle yaptılar. Devlet gitti, eve böyle yaptı, suçu başkasına attı, çok haksızlık yaşandı.”
“Tazminata başvurmadım neden başvurayım zaten biliyorum vermeyecekler, neden gideyim isteyeyim zaten beni öldürüyorlar bir de onların malını mı isteyeceğim devletin malını istemiyorum onların olsun. Devlet bizi öldürüyor nasıl onlardan isteyeceğiz… Bir şeyler düzeltilecekse onun içinde devlet olmasın, asker olmasın, belediye zaten bizim belediyemiz o olsun. Kadınlar da olsun zaten kadınlar bütün erkekleri öldürsün bence. Devlet olmasın da kim oluyorsa olsun.”
“Benim için en zor olan şey kızımın psikolojisinin bozulmasıydı. Kızım şu an 5 yaşında o zaman 2 yaşındaydı. Mesela yengesiyle birlikte çatıya çıkmışlardı, o çatıya çıktıkları zaman ekmek pişireceklerdi silah sıkmışlar. O zamandan beri silah sesi duyunca saçını yoluyor böyle avuç-avuç yoluyor. Böyle elini saçının en dibine sokup, alıp kendini yerden yere vuruyordu. Böyle ansızın gece yarısı kalkıp öyle yapardı. Çok-çok uğraştık bizi bayağı zorladı. Ben çadırda bayağı kaldım 1,5 sene kadar. 2016’da girdik düşün 2017 Mart’a kadar.”
Yasanın kapsamı ve amacı incelendiğinde 5233 sayılı tazminat yasasında, terör veya terörle mücadele kapsamında yürütülen faaliyetler nedeniyle meydana gelen zararları karşılarken, devlet görevlilerinin bu zararlardaki olası rolleri veya sorumlulukları ile ilgili herhangi bir madde veya düzenlemeye yer verilmemiştir. Ayrıca, 5233 sayılı yasanın 12. Maddesi, meydana gelen zararların karşılanmasına ilişkin zarar tespit komisyonu tarafından hak sahibi için bir sulhname düzenlemektedir. Hak sahibi uğradığı zararları karşılamayı öngören sulhnameyi imzaladığı takdirde uğradığı zararlar ile ilgili ulusal veya uluslararası mercilere başvuru hakkını kaybetmektedir.
Bir diğer deyişle, hak sahibi uğranılan zarar için adil bir tazmin sağlanmadığında bile sulhnameyi imzaladığı takdirde herhangi bir yargı yoluna başvurma hakkını kaybetmektedir. Bu yönüyle yasa yargı yolunun önünü kapatan bir düzenlemedir.
“Komşularımın evi patladı, devlet öyle yaptı benim evim de hasar gördü evime girdim kapıyı açtım bütün kapıları kırmışlardı. Tespit ettiğim erzaklarımı yakmışlardı, kızlarımın çeyizlerini falan da yakmışlardı 20 bin lira benim tespit ettiğimdi en az.
Muhtar geldi;
- Tespit yapalım sonra başvuralım ama diyeceksin ki kim yaptı dediklerinde terör öyle yaptı diyeceksin dedi
- Ben de öyle bir şey görmedim terör kim asker öyle yaptıysa da görmedim, terörse de görmedim ben diyemem dedim.
- O da, öyle demezsen para vermeyiz dedi.
- Nasıl vermezsiniz ben sizin vatandaşınızım, halkız biz, günah değil mi bu hasarı nasıl karşılayacağım? Dedim.
Sonra o muhtarın adamı yine geldi, bu sefer ben kaymakamlıktan geldim yine terör diyeceksin, dedi. İki kere geldi, ben görmediğim şeyi demem dedim. Terör demediğim için hiçbir şey almadım.”
Raporun amacı, 5233 sayılı tazminat yasasını, hak sahiplerinin hak kaybını giderme noktasında nasıl uygulandığı, uluslararası sözleşmeler ve mağdurların talebi doğrultusunda, hak sahipleri için ihlalin meydana gelmesinden önceki duruma kavuşturulması için kamuoyunda farkındalık ve yasa yapıcılar için gerekli düzenlemelerin sağlanması için veri sunmaktı.
6. Çalışma
Almanaklar: Türkiye’nin göç tarihi ile ilgili olarak kronolojik bir dizge ile göç süreçleri ele alındı.
7. Çalışma
Göç Hafızası Seti
Türkiye’nin yakın dönem zorunlu göç olayının hafızasına odaklanan bu üç kitaplık çalışma, aynı zamanda Türkiye’nin yakın dönemine odaklanmış önemli bir tanıklık çalışmasıdır. Sözlü tarih metodu ile derinlemesine yapılan görüşmeler ile farklı cinsiyet, kimlik ve inançların Türkiye’de yaşadığı zorla yerinden edilme hikayesine odaklanılmıştır. Türkiye’de göç olayı son dönem mülteci odağı hariç daha çok ekonomik, sanayi ve kentleşme üzerinden araştırma konusu edilirken bu üç kitaplık seri aynı zamanda Türkiye’nin ötekilerin göç hafızasını da oluşturmaktadır.
‘Gayrimüslimlerin Göç Hikayeleri’, ‘Kürtlerin Göç Hikayeleri’ ve ‘Kadınların Göç Hikayeleri’ kitapları ile zorla yerinden edilmenin, yersizleştirme ve yurtsuzlaştırmanın insanların hafızalarında, hatıralarında nasıl yaralar açtığını gösteren temel referans tanıklık çalışmaları olmuştur.
Bu üç kitap hakkında 3 Haziran 2022 Göç İzleme Derneği baskınında sonra yasak ve toplatılma kararı alındı. Türkiye devleti 100. yılın şafağında hala ülke içinde yerinden etme olayına ret ve inkarcı bir yaklaşım tarzını sürdürmektedir. Göç İzleme Derneği iddianamesinde bu inkarcı bakış açısı bir kez daha yansımıştır.
İddianame: (Gayrimüslimlerin Göç Hikayeleri) “Ele geçirilen 90'LARDA YERİNDEN EDİLEN GAYRİMÜSLİMLERİN GÖÇ HİKÂYELERİ isimli kitaba el konulmuştur. Bahse konu kitabın yapılan incelenmesinde; Türkiye Cumhuriyeti Kanunlarında Vatandaşlık hakkının açık ve net bir şekilde yazılı olması rağmen Sünni Müslümanların ayrıcalıklı olduğu Ülkemizde yaşayan gayrimüslim Vatandaşlarımızın dışlandığı yaşadıkları bölgelerden sırf kimlikleri yüzünden tasfiye edildikleri ayrıca Kürt ve alevi vatandaşlarımıza Devletimiz tarafından asimilasyon yapıldığı şeklinde beyanlar da bulunulmuş olup bu bağlamda Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kendi vatandaşları arasında sözde eşitsizlik ve ayrımcılık yaptığı ve yine vatandaşlarına asimilasyon uyguladığı yönünde mesnetsiz ifadelerde bulunularak kamuoyunda olumsuz bir algı yaratılmaya çalışılmıştır.
Türkiye karşıtı ülkelerin ve siyasi çevrelerin tarihi gerçekleri çarptırarak ülke tarihinde gerçekleşmemiş tamamen hayal ürünü olan -sözde- Ermeni Soykırımına atıfta bulunarak 1915 yıllarında Osmanlı Devleti dönemlerinde Ermenilere soykırım yapıldığını Süryani, Rum-Pontus ve Ermeni kökenli, vatandaşlarımızın devlet tarafından zor kullanılarak göç ettirildiği veya yerinde imha edildiği, katledilen gayrimüslim vatandaşların mülklerinin Devlete geçtiği ve ayrıca dini Saiklerinden dolayı katliama uğradıklarını dile getirilerek ülkemizde yaşayan Ermeni vatandaşlarımızın da desteğini almaya çalışarak kara propaganda yaptıkları değerlendirilmiştir… KİTABIN ASILSIZ İDDALAR VE KARALAMA İLE DOLU OLMA SEBEBİ NEDİR?”
Cevap:
İddianamedeki bu soruya en iyi cevabı bir tanıklık çalışması olan 90'larda Yerinden Edilen Gayrimüslimlerin Göç Hikâyeleri kitabımızda Süryani, Rum-Pontus ve Ermeni katılımcılar kendi bireysel ve aile deneyimlerinden vermiştir. Ve bu sebeple bir kez daha Süryani, Rum-Pontus ve Ermenilere bir çağrımız var, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sorusunun muhatabı sizlersiniz, “Suni Müslümanların ayrıcalıklı olduğu… Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kendi vatandaşları arasında sözde eşitsizlik ve ayrımcılık yaptığı ve yine vatandaşlarına asimilasyon uyguladığı yönünde mesnetsiz ifadeler…”e en iyi cevabı siz verirsiniz, devlet merakını siz giderebilirsiniz. Sadece tarihsel süreçte başlıklar halinde Gayrimüslimlerin 1915’ten bugüne yaşadığı birkaç olay şöyledir:
1915 Ermeni soykırımı: 1,5 milyon Ermeni ya katledildi yada tehcir edildi.
1922- Mübadele: 1,2 milyon Rum mübadele ile Anadolu’dan sürüldü.
1942- Varlık Vergisi
1955- 6-7 Eylül olayları
1964- 20 dolar 20 kilo…
Bugünlerde Sedat Peker videoları ve tweet’leri ile devlet-mafya-çete ortak çökme itirafları ile gündeme oturan konularından biri Demirören Holding’in, gayrimüslim bir iş insanın servetine çökmesi ile gelen zenginlik, zaten uzun yıllardır bilinen çökme, gasp, el koyma, cinayet iddialarından sadece bir tanesidir. Kulüp dizisinde de bu çökme olayı çok naif bir şekilde işlenmiştir. Gayrimüslimlerin Anadolu’dan sürülmesi, servetin millileştirilmesi, mekansal hatıranın ortadan kaldırılması, Anadolu’yu bir Türk yurdu haline getirmenin planlı programlı bir politikası olmuştur. Bu programın altını gerek devlet adına yetkili organlar gerekse de çete, mafya ortak işbirliği ile gasp, el koyma ve cinayetler işlenmiştir. Sedat Peker’in ifşa ettiği, salt bir Türk ortağın, gayrimüslim iş insanı ortağının malına çökme ve cinayet olayının ötesinde planlı bir programın yarattığı zeminde vuku bulan bir devlet politikası cinayetidir.
90'larda Yerinden Edilen Gayrimüslimlerin Göç Hikâyeleri kitabı bireylerin kendi ve aile hatıralarında altında kalmış olduğu bu ağır deneyimin kısa bir tanıklık hikayesidir. “Kitabın asılsız iddialar ve karalama ile dolu olma sebebi” bundan ibarettir hakim bey.
İnsanlık tarihinde salt Osmanlı ve Türkiye devleti yurttaşlarına karşı sürgün, katliam, asimilasyon, gasp gibi zulümlere imza atılmadı. Dünyada birçok devlet bu suçun ortağıdır. Ancak insanlık tarihinin en önemli kazanımları arasında insancıl hukuk ve onarıcı adalet mekanizmalarının deneyimlenmiş olmasıdır. Geçmiş ile yüzleşme ve hesaplaşma, kabuk bağlamış yaraların kapatılmasında öte “bir daha asla” yaşanmaması için benzer olayların insanlık tarihinin tecrübe ettiği bugüne kadar en iyi onarıcı adalet mekanizması olmuştur.
Halklar, inançlar ve kimlikler ile helalleşmek ve bir daha gür bir şekilde bir daha asla demek için 100. yıl yeni bir başlangıç imkanı sunmaktadır. Geçmiş ile yüzleşmeden ret ve inkar rejimi ile cumhuriyet adalet ve demokrasi ile taçlandırılamaz, bir yüzyıl daha 20. yüzyılın tekçi ulus devlet modeli ile sürdürülemez.
Türkiye Cumhuriyeti’ne 100. yılın şafağında bir kez daha ret ve inkar yerine geçmiş ve güncel suçları ile yüzleşmeye ve hesaplaşmaya davet ediyoruz. Helalleşme geçmişi örtme ile değil onu apaçık ortaya çıkarma, tazmin etme ve o yaraları sarma ile mümkündür.
Karalama kampanyasına dair
Sabah, Yeni Şafak, Hürriyet gazeteleri ve A Haber başta olmak üzere birçok medya kuruluşunda dosyada gizlilik soruşturması olmasına rağmen karalayıcı bilgiler servis edildi. Bu gazete ve televizyonda yayınlanan haberlerin gerçek ile hiçbir ilgisi bulunmuyor. Yayınlar ile ilgili hazırlanan iddianame kadar buralarda yayınlanan haberler de cevabı dahi hak etmeyecek salt bir karalama kampanyasıdır.
Göç İzleme Derneği Türkiye’de birçok sivil toplum kuruluşu gibi çalışmalarını projeleştirip uluslararası fonlardan minimum düzeyde faydalanmış ve bu fonlardan kamu yararı en yüksek faydayı sağlamıştır. Fonların başka bir yere aktarıldığı iddiasının içeriğine dahi bakıldığında asılsızlığı ortaya çıkacaktır.
Göç İzleme Derneği misyonu olduğu üzere ülke içinde yerinden edilen kişiler ile yardımlaşma, dayanışma ve rehberlik hizmeti vermiştir. 2015-16 yıllarında ilan edilen sokağa çıkma yasakları ile gelen süreçte mülksüzleştiren, yoksullaştırılan, evsiz bırakılan, her tür geçim kaynağından yoksun bırakılan aileler ile dayanışma ağı örmeye çalışmıştır. Bu ailelerin bizzat devletin sağlamış olduğu sosyal hizmetlere yönlendirici bir işlev de görmüştür. Pandemi sürecinde zor durumda olan bireyler ve aileler ile dernek çalışanların kendi bireysel bütçelerinden 500 lira gibi düşük miktarda yapılan dayanışma destekleri dahil soruşturma konusu edilmiştir.
Kamuoyunun ve asılsız iddialar ile dolu iddianame önüne gelen hakimin dikkatine…
(ZK/AS)
[1] Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği Türkiye’nin güneydoğusundaki insan hakları durumuna ilişkin rapor Temmuz 2015- Aralık 2016
[2] Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Nils Muižnieks, Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu Bölgesindeki Terörle Mücadele Operasyonlarının İnsan Haklarına Etkilerine İlişkin Memorandum, 7. https://wcd.coe.int/com.instranet.InstraServlet?command=com.instranet.CmdBlobGet&InstranetImage=2952754&SecMode=1&DocId=2393076&Usage=2
[3] https://www.amnesty.org/download/Documents/EUR4452132016TURKISH.PDF
[4] http://hakikatadalethafiza.org/wp-content/uploads/2016/10/2016.08.09_PHR_southeastern-turkey-health-care-under-siege-TUR.pdf