AKP, iktidarının 18 yıllık süresine paralel olarak, başta büyükşehir belediyeleri olmak üzere çoğu belediyelerde de iktidar oldu. Son yerel seçimlerle birlikte yine başta önemli büyükşehir belediyeleri olmak üzere birçok belediye, AKP yönetiminden muhalefete geçti.
Bu durum bize AKP’nin merkezi iktidarda da zayıfladığını ve gittikçe yönetemez hale geldiğini gösteriyor. El değiştiren belediyelerde yapılan talanın, yolsuzluğun ve israfın kısmen de olsa ortaya çıkarılmasıyla, işin parmak ısırtan boyutta olduğu görülüyor.
Belediyeler borç bataklığında
Yerel yönetimler düzeyinde baktığımızda, çok büyük bir kesiminin kamu kaynaklarını talan ettiğini, çok büyük boyutlarda rantlar dağıtıldığını görüyoruz.
Belediyelerin eş, dost, akrabalarla doldurulduğu, çok sayıda bankamatik çalışanı olduğu, yapılmamış işlerin yapılmış gibi gösterilip fahiş fiyatlar üzerinden ödemeler yapıldığı bilgileri daha yeni yeni kamuoyunca bilinmeye başlandı. Çünkü bu bilgiler AKP’nin kaybettiği belediyelerin muhalefetin eline geçmesiyle ortaya çıktı. Bunlar buzdağının görünen kısmı olsa gerek.
Merkezi iktidarın yarattığı mali kara deliğe ilaveten, bir de belediyelerin yarattığı kara delik var. Tabii ki belediyelerin o devasa mali açıklarının yansıyacağı yer, büyük ölçüde merkez maliyesi oluyor.
Merkezi bozuk olan bir yapının yereli, yani parçası da bozuk olur.
Merkezi iktidardan yerel iktidarlara varıncaya kadar, talanın ve israfın bu kadar yaygın ve geniş alanlarda olagelmesinin nedenleri üzerinde durmak gerekir. Yani yönetimle ilgili en küçük bir birim bile, bu kamu soygununun şu veya bu şekilde bir parçası oluyor.
Tamam, dün de işler bu anlayışla yürütülüyordu. Fakat son yıllarda bu durum kanserli hücrenin vücudu sarması şeklini, yani metastaz halini aldı. Kartopu yumağı gibi büyüyen yolsuzluğun, talanın, rüşvetin boyutları artık bir toptan çöküşün kapısını açtı.
Türkiye’de öteden beri devam edegelen ama AKP iktidarıyla daha bir yaygınlaşan ve derinleşen kamu kaynaklarını talan hususunu nasıl açıklayabiliriz?
Soruyu şöyle de sorabiliriz: Türkiye’de kamu kaynakları talanı neden egemen sınıfın/sınıfların iktisadi çıkarlarıyla sınırlı olmayıp, küçülerek de olsa tabana doğru bir yaygınlığa sahiptir? Ve neden Cumhuriyet tarihi boyunca iktisadi suçlara dair tutarlı bir hukuk işletilmemektedir? Hele darbeler döneminde büyük siyasal kovuşturmalar yapılırken, cezalar verilirken, neden ekonomik suçlar alanında hiçbir soruşturma yapılmamıştır?
Gerek bu soruların cevaplarının gerekse belediyelerde olanların Antonio Gramsci’nin hegemonya kavramıyla ilişkisi var mıdır? Ya da Türkiye’de bu olagelenleri bir açıdan Gramsci’nin hegemonya kavramıyla açıklayabilir miyiz?
İktidar ve hegemonya
Burada sözünü ettiğim iktidar kavramı, hükümet olmaktan ayrı, onu yönlendirme gücüne sahip ve onun üzerinde bir sınıfsal yapıyı ifade etmektedir. İkincisi, her bir devlet birimi de kendi ölçeğinde bir iktidardır.
Hegemonya kavramı Gramsci’nin Marksist literatüre yaptığı önemli bir katkıdır. Fakat belirtelim ki, Gramsci’nin hegemonya teorisi, Marksizm’le sınırlı olmayıp farklı siyasi görüşlerin de başvurduğu, yararlandığı bir kavramdır. Çünkü yöneten yönetilen ilişkisinin merkezinde yer alan kavramlardan biridir. Tıpkı Niccolo Machiavelli’nin “Prens” kitabının farklı politik görüşlere referans olması gibi.
Hegemonyanın salt kültürel, ideolojik ve politik bir olgu olmadığını, daha fazlasıyla bir ekonomik boyutu olduğunu söyleyen Gramsci “Hegemonyanın bu yapısal boyutunu, egemen sınıfın, ittifak yaptığı diğer sınıflarla-iktidar bloğuna- ve belirli bir noktaya kadar –kendi ekonomik çıkarlarının özünü zedelemeyecek veya tehlikeye atmayacak sınırlar içinde kalarak- alt sınıflara da tavizler vermesidir. Çünkü hegemonya, egemen sınıfın, kendi ekonomik çıkarlarının yanı sıra diğer sınıfların ekonomik çıkarlarını da gözeterek onlarla belirli bir uzlaşma zemini tasarlayabilmesidir. Bu neden egemen sınıfın, bağımlı alt sınıflara sadece ideolojik düzeyde vaatlerde bulunması yetmez; onların ekonomik çıkarlarını kendi ekonomik çıkarlarına zarar vermeyecek sınırlar içinde somut olarak karşılayabilmesi de gerekir.” (Gramsci’den alıntılayan Mehmet Özgüden – Hegemonya ve Politik Toplum – syf. 60-61 Phoenix Yay.)
Gramsci, bu hegemonik yapı yoluyla yönetenler tarafından yönetilenlerin rızasının alındığını belirtir. Bu durumda, yönetilenler kendi çıkarlarıyla egemen sınıfların çıkarları arasında bir ayırım yapamaz hale gelirler ki, işte bu aşamada hegemonya kurulmuş demektir.
Yöneten ile yönetilen arasındaki bu hegemonik ilişki bozulabilir. O zaman yeni bir yöneten, bu ilişkiyi yönetilen kesim içerisindeki kendi çevresiyle yeniden inşa eder. Buradaki değişkenlik, çıkar çevrelerindeki kapsam/alan değişikliğiyle sınırlıdır. Fakat hegemonya olgusu, sistemin esası olarak devam eder.
Bunu ülkemiz özelinde şöyle açıklayabiliriz. Örneğin ANAP hükümetleri döneminde yönetilenler olarak bu hegemonik ilişkiden yararlanan çevreler ile DYP veya AKP döneminde yararlananlar, kapsam olarak farklılıklar gösterebilirler. Ancak ülkedeki hegemonik ilişki esas olarak devam edegelmiştir.
Yönetilenlerin yönetenleri desteklemesi yalnızca ideolojik, dinsel, politik tercihlerle sınırlı değil. Yönetilenler içerisinde aktif siyasi pozisyonda bulunan kesimlerden hangisinin desteklediği parti yöneten konumuna gelmişse, o kesimden insanlar iktidarın nimetlerinden yararlanmaya başlıyorlar. Tam bir “Bal tutan parmağını yalar” sözündeki gibi, kimisi az, kimisi çok yalar.
Merkezi hükümetin dağıttıklarıyla birlikte, çok daha yaygın dağıtım yerel yönetimler yoluyla yapılmakta.
İktidarın tabanındaki siyasal çevresinin geniş bir kesimine dağıtılan bu kamu kaynakları, Gramsci’nin hegemonya kavramına karşılık gelmekte midir?
Aslında toplumda orta direk olarak nitelenen kesimin erimesi, hegemonyanın sarsıldığının bir göstergesidir. İdeolojik, siyasal ve kültürel bir tükenişi yaşayan AKP iktidarı, ekonomik olarak da bir krizle karşı karşıya.
Dolayısıyla iktidarın yeni bir hegemonya inşasına ihtiyacı var ama dağıtacak ne kaldı ki? Gölün suyu bitmek üzere, çeşmeler kurudu. Bu durum yönetilen ile yönetilen arasında büyük ölçüde rızaya dayalı hegemonya sisteminin bozulması değil midir?
Burada bir yanlış anlamaya yol açmamak için, hegemonyanın kurulması, bozulması, yeniden inşası gibi süreci, salt hükümetlerin değişmesi babında düşünmemek lazım. Örneğin Cumhuriyet tarihimizde neredeyse 1980’lere kadar devam eden ekonomik alandaki kısmi korporatizm de hegemonyayı tesis eden geniş bir yapılanmaydı diyebiliriz. Yani hegemonya hükümete değil, devlete endeksli bir toplumsal ilişki düzeneğidir.
---
NOT: Yazıyı bitirdiğimde AKP iktidarının Diyarbakır, Van ve Mardin Büyükşehir Belediyelerine kayyım atadığı haberi geldi. Bu ayrı bir yazı konusu ama şu kadarını söyleyeyim ki, bu bir hak gaspı ve demokrasinin temel özelliklerinden olan seçimleri yok saymaktır. İktidarın karakteristik siyasetinin (demokrasi düşmanlığı) bir parçasıdır.
Demokratik mücadele alanında çoktandır kaybederek gerilimden beslenen AKP iktidarı, yeni hak gaspları yoluyla gerilim ve çatışmacı politikalardan medet ummaktadır. O kadar çaresiz kalmıştır ki, deneneni (önceki kayyım atamalarını) tekrar denemek yoluna girmiştir. Artık bunun bir sarı öküz hikâyesine benzememesi için muhalefet, sarı öküzü vermemelidir. Yoksa sıranın Ankara’ya, İstanbul’a gelmeyeceğinin bir garantisi yoktur! (HŞ/EKN)