Yeni bir parti kuruldu, Halkların Demokrasi Partisi. Resmi formalitesi yeni, ancak arka planı hayli geriye giden ve sisteme muhalefetin asli kanalından bin bir cefayla akan bir hareketin içinden yeni bir şekillenmeyle doğdu. Türkiye’nin ihtiyaçları bu yeniliği gerekli kıldı. Elbette bunun karşılığının ne olacağını süreç gösterecek.
Üçüncü kutup, üçüncü güç, üçüncü yol…
Adına ne denirse denilsin, eylemin niteliğini “Üçüncü” kelimesi oluşturmakta. Düne kadar (hükümetlerin adları değişik olmakla birlikte) askeri vesayetin iktidarı varken bugün, bu iktidarı bir ölçüde geriletip kendi iktidarını bir vesayet anlayışla inşa eden AKP iktidarı var. Bu durum, AKP’nin devleti dönüştürmek yerine ele geçirdiğini ve bunu yaparken de, eski vasilerin bir kısmıyla uzlaştığını göstermekte. AKP, Cumhuriyetin halklar hapishanesinin gardiyanlığına soyunarak otoriterleşti. İslami retoriklerle desteklenen bu otoritaryenliğin dış politikadaki yansıması ise bir başka fecaat.
Meclisteki CHP ve MHP muhalefeti ise, Cumhuriyetin geleneksel lafızlarının boğuntusunda çırpınıp durmakta. AKP iktidarına karşı adalet, haklar ve özgürlükler açısından değil; sorunların demokratik çözümlerine hiçbir katkısı olmayan, hatta bu çözümlere takoz olan bir anlayışla muhalefet etmekteler.
İşte iktidarla sözünü ettiğim bu ve buna benzer muhalefet, ülkedeki siyasetin iki kutbunu veya yolunu oluşturmakta. Bu iki yoldan da demokrasi çıkmaz.
Bu ülkenin son 30 yıldır tek muhalif gücü Kürt hareketidir. Bu öyle bir muhalefet ki, hem iktidara karşı hem de iktidar olmayan diğer anti demokratik muhalefete karşı bir mücadele yürütmekte. Çünkü mevcut iktidarların ve BDP dışındaki muhalefetin birleştiği dil, devletin 100 yıldır inşa ettiği ceberut dildir.
Alabildiğine zor ve kanlı koşullarda muhalefetini yürüten Kürt hareketi, ülkedeki üçüncü siyasi kutup/güç olarak kendini çoktan kabul ettirdi. Bu bakımdan Türkiye’de bir üçüncü yol zaten vardı. Ancak bu kutbun, ister istemez Kürt kimliği ile sınırlı nesnelliğinin Türkiyelileşmesinin bir başka yapıyla mümkün olacağını düşünenlerin oluşturduğu HDP’yi de ben bir üçüncü kutup/yol olarak görüyorum.
Türkiyelileşme epeyi öznellik içeren, yorumlara açık bir kavram. Bir tanımı yok ve ayrıca tanımlanması da gerekmez. HDP bundan ne anladığını da ortaya koydu: Kürt hareketiyle diğer demokratik muhalefeti buluşturmak; geniş anlamıyla sistemle adalet, haklar, özgürlükler ve demokrasi sorunu olan tüm kesimlerin demokratik temelde muhalefetini siyasi bir kanala akıtarak oradan yürümek.
HDP, Türkiye’nin temel sorunlarının tespiti ve çözümleri hususunda nitelikli demokratik siyaset üretebildiği ve bunu ülke ölçeğinde niceliksel yaygınlığa ulaştırdığı, bir diğer deyişle kitleselleştiği ölçüde Türkiyelileşecektir. Yani programıyla, coğrafi yaygınlığıyla ve özellikle temsil anlamındaki kucaklayıcılığıyla HDP, bir üçüncü kutbu oluşturabilir. Tekrar etmekte fayda görüyorum; partinin kullanacağı dil, bu yolun ilmeğini oluşturmakta. Kongrede ağırlıklı olarak kullanılan sosyalist jargonun daha baştan daraltıcı olduğunu ve bunun da, o bildik eskiyi tekrarlama riskini taşıdığını söylemleyim.
HDP Türkiyelileştiği ölçüde Kürt sorununun müzakere edilerek çözüme kavuşturulmasının elbette yegâne değil, ama öncelikli gücü haline gelebilir. Dolayısıyla HDP’nin yapısındaki ana unsur olan Kürt hareketi, bu kanal üzerinden çözümün daha güçlü bir aktörü olabilir.
Demokrasi mücadelesinin Türkiye ölçeğinde nitelikli, yaygın ve etkin olarak yürütülmesi için çıkılan bu yolda, partiye ‘don’ biçmeye kalkanların laflarına kulak asılmamasını ama yapıcı eleştiri ve önerilerin de dikkate alınmasını diliyorum.
Enseyi karartmaya gerek yok!
İsterim ki!
Yeni bir partinin yeniliğinin temel göstergelerinden biri de, onun yeni bir dile sahip olmasıdır. Yeni bir dil yetmez; bu dilin kitlelerle iletişim kuracak bir yapıda da olması gerekir. Bu dil, sistemle sorunu olan bütün kimliklerin, demokratik muhalif kesimlerin, ezilenlerin, susturulmuşların, altta kalanların, çalışanların dili olmalı.
Daha 12 Eylül Anayasası geçerli olduğu, ceza kanunlarından siyasi partiler kanununa dek ceberutluğun egemen olduğu, başta Kürt sorunu olmak üzere kimlik sorunlarının çözülmediği; adaletin, insan haklarının ve özgürlüklerin ortalama düzeyde bile sağlanmadığı; çevre katliamlarının artarak devam ettiği bir ülkede muhalefeti ortak kılacak dilin adı, demokrasidir.
O klasik soruyu soranların olacağını biliyorum: Hangi demokrasi: Burjuva demokrasisi mi, proletarya demokrasisi mi? Beni, sorunu yeterince ve doğru ifade etmeyen bu ikilemli soru çerçevesine sıkıştırarak siyasi bir yön tayini isteyenlerin sevineceği cevabı vereyim: Burjuva demokrasisi! Sevinecekleri dedim, çünkü böyle düşünenlerin hiç ilgisi yokken bana çoktan ‘liberal’ kavramını yakıştırdıklarını tahmin ediyorum. Sorunun günümüzde böyle ortaya konması, komedidir! Bunun trajedisi 1980’lerde yaşandı!
İsterim ki HDP, bu dili oluştururken dar ideolojik kalıplarda boğulmasın.
Sınıf indirgemeciliği üzerine bina edilmiş solculuk; anti emperyalizm söylemi ve bunun uzantısı ulusalcı solculuk; sosyalist toplum vaazının, partinin bir sistem talebi haline getirilmesi; kimlik haklarını savunurken kimlikçilik siyasetine düşmek; salt bir AKP muhalefeti yapmak; mütedeyyin Müslümanları dışlamak; liberallere saldırmak gibi, ilk aklıma gelen olumsuzluklar, HDP için girdaplar oluşturmaktadır diye düşünüyorum. İsterim ki, bu girdaplara düşülmesin.
İsterim ki, parti, solun ortodoks tartışmalarıyla enerjisini tüketmesin.
İsterim ki parti, sisteme karşı tüm (ya da büyük ölçüde) demokratik muhalefeti kucaklayabilsin. Demokratik muhalefet de ancak demokratik bir platformda bir araya gelebilir ve dilerim ki buradan bir siyasal güç üretilir. Tabi ki bunu dilemek yetmez, olması için çalışmak gerekir. Bu bakımdan yazdıklarım dışarıdan birinin ‘gazelleri’ değil, içerden biri olmaya çalışanın samimi düşünceleridir. (HŞ/HK)
* Fotoğraf: Ahmet İzgi - Ankara/AA