7 Haziran yaklaşırken meydanların hareketlendiğini ve sözlerin daha çok kızıştığını görmek mümkün. Bu yazıda AKP ve HDP’yi meydanlardaki “söylemler” ve kullandıkları dilin sınırları üzerinden okumak istiyorum. Çünkü dilin toplumsal ve ideolojik boyutu, seçim ve seçmen açısından en önemli faktörlerden biridir.
AKP’nin 13 yıllık iktidarı boyunca asla vazgeçmediği bir tahakküm taktiği var. O da “söylemi” belirleyen olmak. Örgütleyip, kurumsallaştırdıkları iktidar ağlarını, kendi belirledikleri ve yine kendi yarattıkları entelektüel aydınları, basın ordusu ile güncel tutup, aktüalitenin çerçevesini sürekli çizen konumda oldular. Rant ilişkilerini ve kurucu özne misyonlarını ayakta tutmanın bir yoluydu bu ve halen devam ediyor. İkinci önemli husus ise AKP’nin muhalefetin söylemini, sözlerini çalmasıdır. Para kasalarını boşaltmadan önce ilk hırsızlık ve vurgunları, gerçek anlamda ona muhalefet eden herkesin sözünü çalmak idi. Herkesin gözü önünde öldürdükleri çocukların cenazesine gidip bunu yapanları lanetliyoruz dediler. Yürürlüğe koydukları anti özgürlükçü yasalara yine ilk kendileri karşı geliyormuş gibi yapıp toplumcu kesildiler. Savaş çıkarmak için her şeyi yapıp, analar ağlamasın diyerek sabah akşam barış naraları attılar, halen atıyorlar. Kısacası karşı tarafın yani bizlerin tüm argümanlarına el koydular. Sessizleştirmek istediler.
Tam bu noktada söylemin algılama tarzını, bilgi pratiğini yönetme biçimini, kültürel kod olarak kontrolü nasıl sağladığını, düşünme ve entelektüel faaliyetlerini nasıl örgütleyip düzenlediğine değinmek gerek. Foucault egemenlerin üretip, dillendirdiği söylemlere karşıt bir söylemin çok işe yaramadığını söyler. Her karşıt söylemin egemenin/iktidarın söylemini daha çok genişleteceğini ekler. Yani belirleyici olan, söylemi ortaya koyandır.
Dikkat edilirse AKP'nin, gündemi sürekli yeni söylemlerle değiştirmede pek hünerli olduğu bir gerçektir. Özellikle Erdoğan, en olmadık zamanlarda ibreyi, söylemlerine çevirmesini bildi. Toplum, Roboski katliamında kürtajı, Gezi direnişinde lobileri, çözüm sürecinin en önemli aşamasında izleme heyetini konuştu. Esasında bu, söylem üzerinden kurulan iktidardır. Söylemsel bir kuşatma halidir. İktidarın bu sahte hakikati, söylemini yayma ve genişletme, kitlesine ulaştırma süreçlerini kapsar. AKP tüm bunları yaparken kendini hep "söylem etiği" nin dışında tuttu. Söylemde etik normları arayan Jürgen Habermas, bunu altı ilke ile açıklar. İlk koşul ahlakidir. Siyaseten yan yana gelmeyecek iki kelime varsa, bu ikilinin "AKP ve ahlak" olduğu herkesin malumu. Diğer beş ilke ise rasyonellikler üzerinedir. Söylemin rasyonel bir argüman üretme, baskı-zorlamalardan uzak , eşit koşullarda ve sonucu kesinlik arz eden bir zeminde üretilmesine dikkat çeker. Özetle Habermas, gerçek bir diyalog arayan insanların/toplumların bu altı koşulu yerine getirerek söylem etiğinin dışına çıkmamalarını arzular.
AKP'nin şuan meydanlarda sarıldığı dil, hastalıklı bir dildir ve sınır tanımıyor. Gerçeklikten uzak, kibir dolu, an'ı kurtarmaya dayalı yalanlar silsilesidir. Devlet gücünü kullanarak eşitsiz bir zeminde tüm ahlaki normları nasıl yerle bir ettiğini, karşı tarafı kriminalize etmek, hedef göstermek için her türlü kirli söylemin sınırında nasıl dolaştığını hep beraber izliyoruz. Erdoğan ve Davutoğlu' nun meydanlarda dillendirdikleri şeyler, haddini aşan ve kitlelerine faşizmi arzulatan cinsten. "Kürt yoktur"dan "Kürt demek ayıp"a kadar gelmiş bulunuyorlar. Söylemlerinin omurgasını ahlak ve inanç konusu oluşturuyor. Bu iki konuya "hassas vatandaş" yaratma sürecinin parolası olduğu için şu sıralar özellikle yükleniyorlar.
Bu olup biten, gözümüzün önünde duran şey söylemsel şiddettir. Gerçeklikten kopuş ve bilincini yitirmiş bir dilin sürekli saldırı ile can verdiği bu korkunç sembolik ve söylemsel şiddet, HDP cephesine yöneltilmiş durumda. Bunu üst düzeyde yapmak zorunda; çünkü ayağının kaydığını görmekte, dağıttığı rant ve uyguladığı kaba kuvvetin artık yetmediğini acı bir şekilde deneyimlemektedirler.
Tüm bunların ortasında şu an iyi giden bir şey var. İlk defa söylem açısından rollerin değiştiğini görmekteyiz. Şu an söylem ve çerçevesini belirleyen HDP'dir. Bu aynı zamanda savunma hattından çıkıp saldırıya geçmedir. AKP savunma stratejileri ve cevap vermekle meşgul (Diyanet işleri, başkanlık, saray, azınlıklar konusu, çözüm süreci vs. konular). Doğru olan budur. AKP'nin ideolojik söylemlerine gömülmeden, kendi gündemini konuşmak ve konuşturmak seçim süreci boyunca bir avantaj sağlayacaktır. AKP şimdilik verdiği, vermek zorunda kaldığı her cevapla bizim konuşma alanımızı genişletiyor. Bu noktada ulusal basın üzerinden de bir kurnazlığa dikkat çekmekte fayda var. Medya özellikle HDP' yi polemikler üzerinden, AKP'ye cevap veriyormuş gibi göstererek, yayın yapmaya çalışıyor. Haber bültenlerinde HDP'nin vaatleri, bildirgesi ve demokrasiye dair söylemlerini görmek çok nadirdir. Bunun da bilinçli bir tuzak olduğunu düşünüyorum.
AKP siyasi, toplumsal, ekonomik, etik ve felsefi olarak kendine bağladığı bireyi kaybetmemek pahasına (Burhan Kuzu'nun twitter üzerinden seçmene açık açık rüşvet teklif etmesi) söyleminin şiddetini derinleştirecek. Reel politik sahada taktikleri deşifre oldukça vahşi bir dilin sınırlarına kendini daha çok çekecek. Sabah, Akşam, Star, Yeni Şafak ve Takvim gibi tetikçi gazetelerin gün geçtikçe şuursuzlaşan akıl tutulması yaratan manşetleri, yaydıkları iftiralar ve algı operasyonları, tahayyül edilen seçim dilinin fragmanlarıdır sadece.
HDP, AKP'nin dilini durdurdu ve ilk defa bir seçimde söylem politikası olarak şans yakalamış durumdayız. Bu politikayı dengeli kullanmak şüphesiz çok fayda sağlayacaktır. (ÖA/HK)
* Fotoğraf: Serkan Güner - Kırşehir/AA