Kürt Halkının otuz yılı aşkın direniş efsanesi devam ederken, 21 Mart 2013 İtibariyle barış sürecine girildi. Bu sürece kadar Kürt Hareketi çeşitli aşamalardan geçti ve bugün artık “Demokratik modernleşme” başlığı altında Türkiye’yi kapsayan yerinden yönetim ve özerklik ilkleri temelinde tanımlanan bir siyasal projenin takipçisi konumunda. Barışın sunduğu zeminde demokratik mücadele vermek yönündeki bir kararlılıkla bu siyasi dönem müzakere dönemini olarak adlandırılıyor. Barış, çözüm, müzakere sürecinin yeni bir zemin sunduğunu açıkça tüm bunlardan da görülüyor.
Değişen Tabi sadece Kürt hareketinin stratejisi değil, aynı zamanda iktidarda güçlerinin de koordinatlarının dönüştüğünü görüyoruz. Artık Kemalist devlet ve modernleşemye karşı mücadele yerini daha çok neoliberal rejime karşı mücadeleye bırakma zorunda gibi görünüyor. Çünkü gerçekten de Kemalizm ideolojik seçeneklerden yalnızca biri konumunda ve devlet ideolojisi olmaktan da çıkmış durumda. Devlet alanındaki iktidarını kesinleştirdikten sonra otoriterleşen Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), bu noktaya toplumsal ayağını güçlendirerek geldi. Neo-liberalizmin tüm çelişkili söylem ve pratiklerini icra eden, bio-politika alanında etkili ve postmodern iletişim tekniklerini uygulamayı ihmal etmeyen bir parti olarak, arkasında İslamcı hareketin uzun yıllardır gerçekleştirdiği toplumsal pratikleri, cemaat ilişkilerini ve kurumsal dayanışma ağlarını taşıyor.
Son olarak içinde bulunduğumuz siyasal iklimi oldukça etkileyen bir diğer olgu Gezi Direnişi oldu. Türkiye Batısı düzenin değişmeyeceği hissiyle ve üzerindeki ölü toprağın altında uzun yıllar Kürdistan’da yaşanan savaşın çarpıtılmış bir versiyonunu Türk medyasının prizmasından sessizce seyrederken, biriken bu öfkenin bu şekilde dışa patlayacağını kimse bilmiyordu.
Gerçekten Türkiye Batısı için, Kemalizmin kalesi olan eğitimli orta sınıfların dahi katıldığı bir isyan hareketi olarak tarihsel bir ilktir Gezi Direnişi…
Bu iktidarın el değiştirdiğinin, parametrelerinin farklılaştırdığının bir başka göstergesidir aynı zamanda. Gezi isyanının, AKP’nin yıkılmayacağı varsayılan hegemonyasının sarsılmasına neden olduğu açık. Kürt hareketi devlet iktidarının çirkin yüzünü tüm çıplaklığıyla gözler önüne sererken, Gezi süreciyle de AKP’nin demokrasi foyası daha görünür kılındı.
Bu koşularda artık mücadele cephesini genişletmek ve neo-liberal rejime ve onun güç odaklarına karşı çok daha geniş bir cephede mücadeleye devam etmek ve devrimci süreci bir yeniyi inşa etmeye yöneltmek gerekli görünüyor. HDK-P bunun zemini ve öznesi olmaya en uygun aday niteliğinde.
Bu yeninin inşa sürecine Kürt hareketi, Türk solu ve sosyalistlerinden bazı gruplar, diğer yeni toplumsal hareketler ya da kimlik hareketlerinden katılan kişi ve oluşumlar ve bağımsızlar birlikte yürümeye karar verdiler. Bu noktayla ilgili pek çok tartışma ve soru var. Ancak soruna bu birliktelik olsun mu olmasın mı gibi kaba ve kestirmeci bir bakış açısı yerine, bu mücadele cephesinin eksiklerini gören bir yerden nasıl etkin kılınabileceğine uzanan daha yapıcı bir yaklaşımla bakılması daha anlamlı görünüyor.
Bu koşullu bir önerme. Bu birlikte yürüyüşe katılımın bizzat bileşenler üzerindeki dönüştürücü etkisini göz önüne alarak veya ön görerek bu birlikteliği onaylamaktan yanayım. Bu zemini bir yeninin arayışı olarak görmek ve eski formüleri geride bırakmaya tenezzül etmek zorundayız. Sadece sol-sosyalist güçler değil katılan her özne (örneğin kadın hareketiden gelen oluşumlar, LGBTİ gruplar, Kürt hareketi, vs.) kendi toplumsal sınırlarını görüyor veya görmeli. Daha geniş kesimlere ulaşmak, sözümüzün toplumsallaşmasını sağlamak için bu birlikteliği, bu çoğulcu yapıyı önemsemek mümkün değil, özellikle tüm dünyada siyasal eğilimin açıkça çokluğun, çoğulluk, eklemlenme, koalisyon gibi oluşumlar yönündeyken…
Burada tartışılan temel konulardan biri Türk Solunun-Sosyalistlerinin bu birliğe katkısı ve böylesi bir değişime hazır olup olmadığı. Burada Türk Solu ve sosyalistleri derken HDP-K’nin bileşenlerinden değil, geniş sol-sosyalist kesimden bahsediyorum. Çünkü HDP’nin çağrısı hiçbir zaman bileşenlerle sınırlı olmadı.
“Türk solu-sosyalistleri” kavramının kendisini ve Türk Solu-Sosyalistlerinin kendisiyle ilgili algısını sorgulayarak başlamak istiyorum.
Hiç dikkat ettiniz mi bilmem. Türkiye’deki toplumsal hareketlerden bahsedilirken, Türk solu ve sosyalistleri (özellikle kendilerini bu siyasal pozisyonda konumlandıranların büyük bir çoğunluğu) kendilerini kimlik eksenli toplumsal hareketlerden, örneğin Kadın hareketinden, LGBTİ hareketinden, Kürt Hareketinden ayrıştırarak, onları dışarıdaki özneler olarak tanımlarlar. Bir bunlar var bir de Türk Solu ve Sosyalistleri... Oysa sol ve sosyalizm kavramlarının yenilenmesi güncellenmesi sonucunda, bugün artık sosyalizmin ekseni bizzat bu hareketlere kaymış durumda.
Bugün kadın hareketinin ve feminist düşüncenin, anarsişt düşünce ve hareketin, yerel halk hareketlerinin, etnik kimlik temelli mücadelelerinin birikimi sosyalizmden ne düzeyde ve nasıl ayrıştırılabilir?
Sosyalizm bütün bunların toplamıyla yeni bir içerik kazanmadı mı? Daha da ötesi bugün gelinen noktada bizzat bu hareketler kendi gündemlerini aşmak üzere ve kendi aralarındaki etkileşimden doğan bir sorgulama içinde değiller mi?
Türk solu denen az sayıda insanı içeren örgütlü gruplar, esasen varlıklarını dayandığı kitlelerden değil, güçlü bir mücadele ve düşünce akımı geleneğine dayanmasından alıyorlar. Bugün bu geçmişi sahiplenmiş liderlerin bu kavramın telif hakkını ellerinde tutmasından kaynaklanan sıkıntılar ise ortada. Sosyalist hareket içindeki kişiler, gruplar kendilerini ne yazık ki liderlerinin ve tanınmış aydınlarının isimlerine indirgemeye terk etti. Farklı bir şeyi yapabileceğine olan inancın zafiyete uğraması ve kendini güçsüz hissetme haliyle doğrudan ilişkili gibi duruyor bu durum.
Bu genel tespitlerin ötesinde Türkiye solu-sosyalistleri içerisinde 1980’lerden sonraki üç ana damardan söz edebiliriz. Bunlardan ortodoks Marksistler, kimlik siyasetine dayanan hareketlerin demokrasi mücadelesi devam ederken, hep dışarıdan bu süreci izlemeye dönük tutum aldılar. Böylece yeni toplumsal hareketlerin kitlelerinden de hızla koptular. Bu aslında sadece geleneksel sol için değil, bu yeni düşünce akımları ve hareketlerle nasıl ilişki kuracağını bilemeyen her tür sol kesime bulaşan bir içe kapanma süreci oldu.
Türkiye Solu içerisinde bir diğer damar Kemalist modernleşme, ulus-devlet fikri ve milliyetçilikle ilişki içinde belirlendi. Bu bakımdan ulusalcılığı ve devletçiliği sorgulayan bu yeni hareketlerle ilişki kurması mümkün olmadı. Bu anlamda sosyal demokratları bir araya getiren CHP de ulus-devlet modelinin 1980’lerde girdiği krize ve bu krizden doğan yeni toplumsal hareketlere ve neo-liberal sağa bir yanıt üretemedi. Küresel ve toplumsal dinamiklere kör bir çizgide, Kemalist miliyetçilik-laiklik ilkeleri temelinde bir anti-islamist siyasal strateji geliştirmek dışında bir yaratıcılık sergiliyemedi. Bu haliyle CHP’lilelerin oylar üzerinde bir tekel oluşturmak için “solu bölüyorlar” çığırtkanlığı, tam tersine olumlu karşılanabilir. Çünkü CHP’nin bölünmesine vesile olacak her tür girişimin siyasal hayatımızda olumluya doğru bir gidişin işareti olarak okumak gerekir.
Bu Sol-sosyalist muhalefet havuzunda, kendi mecrasını arayan özgürlükçü solcular ise bu iki akım arasında bir mevzi savaşı içindeler uzun yıllardır. Bu ağır ve zaman zaman yıkıcı olabilen iç tartışma arenasında, özgürlükçü solcuları da kapsayan bir iç dil oluşmuş durumda. Bu da sol içi rekabetten kaynaklanan ve bir mırıltı gibi sadece sol çevreler içinde anlaşılan, halka değmeyen teorik tartışmaların öne çıkmasına neden oluyor. Bunun dışında, Türkiye’nin özgürlükçü solunun dayandığı erken cumhuriyete odaklanan, modernleşme eleştirisi üzerine kurulu tarih okumasının dışında bir muhalif çizgi oluşturamamış olmanın yarattığı sıkıntılardan da söz edilebilir.
Kemalizmi ve Kemalist devlet geleneğini değişmez bir sorun olarak gören anti-modernist bir tarih okumasının, son otuz yıldır yükselmekte olan neo-liberal rejimi ve onun yarattığı toplumsal etkileri ıskaladığı düşüncesindeyim. O nedenle bir zamanlar anti-Kemalist olarak ifade edilebilen AKP-Erdoğan dahi son kertede otoriter eğilimlerini öne çıkarttıkça neo-Kemalist gibi adlandırılabiliyor sol liberal basında. Oysa Türkiye son otuz yıldır erken Cumhuriyet dönemiyle sınırlı bir eleştirel söylemin yetersiz kalacağı yeni toplumsal ve siyasal dinamiklerin etkisi altında ve çok dönüştü.
HDK-P sadece Kürt hareketini ve Türk solu ve sosyalistlerinden gelen kimi grupları ve partileri içermiyor, bunun dışında Kadın Hareketi içinden gelen gruplar, LGBTİ hareketi içinden gelen gruplar, Azınlıklara dair örgütlenmelerin temsilcileri, inançlı kesimlerden gelenler ve bağımsızlar var (bu sıralamada bence en zayıf olunan noktanın ekoloji hareketi olduğu düşünülebilir).
Aslında bu proje fikri düzeyde tarihsel olarak ilk kez 1990’ların sonunda kurulan ÖDP’de temsil edildi. Fakat bu deneyimden farklı olarak bugün HDK-P toplumsal hareketlerin bizzat öznelerini (fikrin ötesinde) buluşturmayı başarmış görünüyor. ÖDP’de kadın hareketi vardı, ama Kürtler yoktu, LGBTİ sınırlıydı. Ancak bu farklı sorunlar ve toplumsal kesimler-özneler arasında henüz bir ortak dil oluşturulmuş değil. Bu anlamda HDK-P aslında bir yeni tarzı siyaset arayışının zemini…
Bu arayışa girebilmek için, bir araya gelen öznelerin kendi bulundukları konumu koruma çabasından çok, onları bir araya getiren bu zeminin, fikrin büyütülmesine odaklanmasını gerektiren bir mücadele ve öğrenme sürecine girilmeli. Özellikle Kürt hareketi açısından bu birlikteliğin Batı’ya açılmanın riskli ama arkasında irade gösterilen siyasi bir strateji olarak benimsendiği ortada…
Bu da Türkiye demokrasi mücadelesi için heba edilemez bir fırsatı kaçırmakla ilgili bir vebal sorunu yaratıyor. Öte yandan farklı kimlik merkezli hareketlerden gelenler ise uzun yıllardır sürdürdükleri STK tarzı örgütlenme biçiminden, daha toplumcu bir mücadeleye doğru bir değişim sürecine girebilirler HDP ile birlikte veya girmeliler ve bu bir değişimi de gerektirdiği ölçüde sancılı olabilir.
İnançlı muhafazakar kesimlerden gelenler içinse, HDK-P’ye katılmanın, yani Türkiye’nin demokrasi mücadelesini sahiplenmenin ağır eleştirilere ve sekter tutumlara maruz kalmak anlamına gelebileceği bir durumda, bu yönde irade göstermekte olduklarının kıymetini bilmek ve fakat karşılıklı eleştiri sürecine de açık olmak gerekiyor. Solun seküler damarının sertliği diğer hareketlerde de varlığını gösteren bir sorun olduğu kadar aynı sertlik bu çevrelerde de muhafazakar değerlere mesafeli ve eleştirel duranlara karşı da olabilir.
Her şeyin ötesinde HDP coğrafyalar, tarihi hafızalar, toplumsal kesimler arasında bir köprü kurmaya soyunmuş bir fikri zemin olduğundan, işinin çok zorlu olduğunun herkes bilincinde. En basitinden Kürtlerin 30 yıldır verdiği mücadelenin ve savaşın ardından, pek çok Kürt için adım adım ilerleyen bir dönüşümün, uzun vadeli bir siyasal mücadele sürecinin anlamsız gelme ihtimali çok yüksek.
HDK-P, her devrim anından sonra gelişen siyasal dönüşüm hareketlerinin algılanabileceği gibi, devrime bir “ihanet” gibi okunabilir. Tersinden Türkiye’nin Batı’sındaki (Kürtler dahil) nüfus için beklentiler çok daha düşükken, bu coğrafyalar arasında kurulacak siyasal etkileşimin kolay yürütülemeyebileceğini ön görmek gerekir.
Dolayısıyla bu birliktelik bütün bileşenleri ve Türkiye’nin siyasal dokusunu değişime zorlayacak yeni bir süreç. Sonuç belirsizlik taşısa da, pek çoğumuz da değişimi göze almış görünüyoruz…
Kimsenin cebinde hazır reçeteler yok. Her toplumsal hareketin kendi var oluş sıkıntılarına daha açık yüreklilikle yaklaşmasını gerektiren bu arayış sürecinde, toplumsal bir dil oluşturma ve farklı toplumsal kesimlerle buluşarak kitleselleşme ana hedeflerden biri olmak zorunda. Bu ise AKP rejimine karşıt reaksiyoner bir siyasal dilin yerine, toplumsal sorunların temel dinamiklerini bilen, onlara farklı açılardan yaklaşabilen, sorunları en güncel somut halleriyle kavrayabilen ve alternatif üretebilen bir yaklaşımı geliştirmemizi zorunlu kılıyor. Bu toplumsal kesimlere yabancı dışardan bir yaklaşım yerine, içerden bir algı geliştirmemizi, öğretici bir dil yerine, dinlemeye ve anlamaya açık, asıl amacın çözüm geliştirmek olduğunun, çözümünse geniş toplumsal kesimlerle birlikte somutlanıp realize edilebileceğinin bilincinde bir dil ve yaklaşımla söz konusu olabilir. Bu tarzdır ki kitleleri hem demokratik bir katılıma inandırıcı bir şekilde davet edecek hem de ikna edecektir.
Bu açıdan önümüzdeki yerel seçimleri hedef alarak kendini örgütleyecek bir oluşumdan söz etmek mümkündür. Seçimlerin yarattığı amaçsallığın motor gücünü arkasına alarak bunu bir fırsata dönüştürmek çok önemli…
Ancak asıl önemli olan seçimlerde bir moral kazandırıcı oy yükselmesi sağlamanın ötesinde, bilginin ışığında ve deneyim yaşayarak geliştireceğimiz yeni rotalar ve kazanacağımız yeni toplumsal cepheler olacak. Bu açıdan HDK-P’yi bir süreç olarak görmenin daha doğru olduğu kanaatindeyim. Bu noktada asıl hedefin 2015 seçimleri olduğunu da düşünmek gerekir. (BY/HK)
* Doç. Dr. Betül Yarar, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi, aktivist