Göreve geldiği ilk günlerde medyayla yeni bir iletişim anlayışı geliştireceği ve TSK’yi medya nezdinde daha itibarlı kılacağı iddia edilen Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ dün gerçekleştirdiği basın toplantısında esip gürleyerek nasıl bir iletişim anlayışına sahip olduğunu ortaya koydu.
Böylece, ‘öfke kontrolü’ sorununun sadece bazı siyasetçilerde, vali ya da emniyet müdürü gibi sivil bürokratlarda değil, bazı askeri yetkililerde de ciddi ve düşündürücü bir hal aldığını açıkça görmüş olduk.
Ancak, eli silah tutmayan ve nihayetinde seçim yoluyla hesap vermek durumunda olan siyasetçilerin öfke patlamaları yurttaşlarda en fazla gülmeye ve karikatür dergilerinde bolca karikatüre yol açarken, eli silah tutan ve silahlı kuvvetlerde yöneticilik yapan kişilerin üstelik basın kuruluşları önünde bu tür tavırlar içerisine girmeleri yurttaşları geriyor ve tedirgin ediyor.
Mesleği –hükümetin ‘idaresi altında’– askerlik olan kişilerin bazı medya kuruluşlarını adeta azarlaması, demokratik oyunun kurallarını bilen herkesi en hafif tabirle ürkütüyor.
(30 yaşındayım ve bir askerin basın toplantısında ‘bağırma’ olarak nitelendirilebilecek bir ses tonuyla konuştuğuna ilk defa şahit oluyorum! ‘Sağduyulu eleştiri ve tartışmaya inanan’ bir kişi nezdinde, Başbuğ’un ses tonunun ‘bağırma’ olarak algılanabileceğini görmek için internetteki videolar izlenebilir.)
Hazırola geçmekten usandık artık
Zaman zaman bilgi kirliliğinden yakınan askerler son zamanlarda yaşanan olaylar hakkında ortaya atılan iddialara herhangi bir yanıt vermek şöyle dursun sanki bir kışladaymışız gibi birilerini gözlerimiz önünde azarlamayı seçerken ve ‘hazırola geçirilmiş’ siyasal ve toplumsal yapının yeniden ve yeniden üretilme süreçleri işte böyle –bağıra bağıra– işlerken, ne demokrasi nutukları atan TÜSİAD gibi kuruluşlardan ne de başbakan ya da bakanlardan hiçbir tepki gelmiyor (bu iki grubu sadece örnek olarak verdim; yoksa bu konuda günahı olan kişi ya da kuruluşlar saymakla bitmez).
İnanılmaz bir şekilde, hizaya gelmemiz, hadi son zamanların moda benzetmesiyle söyleyelim, ‘süt dökmüş kedi’ye dönmemiz isteniyor.
İnternet ve iletişim teknolojilerinin toplumsal yapıda ve siyasal beklentilerde çok önemli dönüşümlere yol açtığı, özel televizyon ve radyoların toplamda binleri geçtiği bir ortamda yokluk ve yoksunluk zamanlarını, ‘kapalı toplum’ dönemlerini, alacakaranlık kuşağını, 80’li yılları yeniden yaşamamız; bir ya da birkaç askerin emrini gözümüz ve ağzımız kapalı bir şekilde, usulca ve usluca dinlememiz bekleniyor.
Siyasetçi korkularıyla yüzleşmeli
Gün içerisinde bunlar yaşanırken, gün sonunda Genelkurmay Askeri Mahkemesi’nin Taraf Gazetesi’nin konuyla ilgili yayınlarına yasak getirdiği haberi bültenlere düştü.
Demokratik bir toplumda tanımı gereği çelişkili bir kavram olan ‘askeri yargı’ meselesini tartışmayı bir kenara bırakalım.
İnternet, cep telefonu ve uydu üzerinden uluslararası yayın çağında artık böyle yasakların gerçekten ‘hiçbir’ anlamı olmadığı meselesine de girmeyelim.
Sadece ve sadece tek bir meselenin, siyasetçilerin bu durumu değiştirmek ve bilinen standartlara uygun hale getirmek için neyi beklediğini sormak bile yeterli.
Kimden ve neyden korkuluyor?
Siyasal ve bürokratik yapıyı demokrasi ve insan hakları standartlarına uygun hale getirmek için atılacak her adımın sivil toplum kuruluşlarınca, gerçekleri gören ve ‘kral çıplak’ diyen bütün aklı başında kişilerce desteklendiğini ve destekleneceğini; ‘artık yeter’ diyenlerin, bu konuda siyasetçinin yanında olacağını siyasetçiler ne zaman anlayacaklar?
Toplumun en az –evet en az– yarısı bu tür açılımları desteklemeye hazır, bekliyor. Burada kastettiğim, elbette ve yalnızca bazı AKP’liler değildir; bu görüşümü o çok bilinen, tehlikeli ve yanlış bulduğum ‘yüzde 47’ argümanına da dayandırmıyorum.
Sadece, Türkiye’de artık ciddi ve göz ardı edilemez bir ‘demokratik kitlenin’ var olduğunu anlatmaya çalışıyorum.
Bugün askerin siyasete müdahale etmesini normal karşılayanların bu tür bir müdahale durumunda toplumun en az yarısını, yani toplumdaki her iki kişiden birini karşısında bulacağını; dolayısıyla, böyle bir şeyi göze almak yerine geri adım atmak zorunda kalacağını unutmayalım.
Zira halihazırda bu kadar ayrışmış bir toplumda, silaha dayanan bir siyasal ve toplumsal müdahalede bile olayların nereye varacağı asla kestirilemez ve aklı başında hiçbir asker de böyle bir şeyi göze alamaz.
Her tür bilgiye erişildiği, her tür sorgulamanın, eleştiri ve özeleştirinin bir erdem olarak görülmeye başlandığı bir ortamda işin 60’lar ve 80’ler gibi olmayacağını; iki-binli yıllarda yaşadığımızı ve artık bazı insanların kendini tankların önüne atabileceğini, hatta bu insanların sayısının tankların arkasındaki insanların sayısını rahatlıkla geçeceğini görmek gerekiyor.
Biz varız, ve başkaları da…
Özetle, demokrasiye gerçekten inandığını dile getiren siyasetçinin, gazetecinin, savcının, vb.’nin günümüzde herhangi bir gerçekliğe karşılık gelmeyen korkularla yüzleşmesi gerektiğini açıkça dile getirmekte fayda var.
Demokratik müzakereyi anlamsızlaştıran bu tür çıkışlara son verecek ve buna aykırı davrananlardan hesap sorulmasını sağlayacak düzenlemeleri yapmak; ışığı açıp ‘odada korkulacak bir şey yokmuş, boşuna karanlıkta oturmuşuz’ demek gerekiyor.
Hiç kuşku yok ki bunu sonuna kadar desteklemek için…Ben varım. Sen varsın. Biz varız. Ve başkaları da…
(ECG/EZÖ)
* Ertuğrul Cenk Gürcan, AÜ. SBF Anayasa Hukuku Bilim Dalı.