12 Eylül döneminde, bugün AKP’lilerle mağduriyet yarışına girmiş olan askerlerin doluşmadığı kamu kurumu kalmamıştı. Öyle sıkıyönetim dönemi geçici görevi falan değil, nerede bir valilik, belediye başkanlığı, müsteşarlık, rektörlük varsa mutlaka oraya göz diken bir emekli subay da vardı. Zaten bu makamların çoğunu da aralarında paylaştılar.
Bu kapışma sırasında bir emekli general de Ankara’ya belediye başkanı oldu. O yıllarda belediyeler şimdiki gibi devasa kurumlar değildi, daha mütevazı işlerle meşgul olurlardı. Bu belediye başkanı da, diğer işlerinin yanı sıra şehri başıboş hayvanlardan temizlemeye heveslenmişti.
O günlerde Ankara sokaklarında bir takım tüfekli adamlar dolaşmaya başladı. Bunlar sokak hayvanlarını tek tek vurarak şehirde güvenliği sağlamaya çalışan belediye görevlileriydi. Kaç hayvan vurduklarını bilmiyorum. Öyle korkunç şeyler yaşanan bir dönemdi ki kimsenin sokakta vurulup öldürülen köpeklerle ilgilenecek hali yoktu. Zaten o sıralar hayvan sevenlere hafif çatlak gözüyle bakılırdı.
Milan Kundera’nın “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” adlı romanı 1986 yılında Türkçeye çevrildi. Hem edebi hem de siyasi açılardan çok tartışılan, çok yönlü ve etkileyici bir romandı. Üstelik o yıllarda yaşadıklarımızı çağrıştıran, tanıdık gelen yerleri vardı. Tanıdık gelen yerlerden biri de hayvan itlafıyla ilgiliydi.
Kundera, Sovyet ordularının 1968 yılında Çekoslovakya’yı işgalinden söz ederken, şöyle yazıyordu;
“… saldırganlıklarını odaklamak, geliştirmek ve ayakta tutmak, üzerinde temrin yapabilecekleri geçici bir hedef bulmak sorunuyla karşı karşıya kaldılar. Seçtikleri hedef hayvanlardı.
Birdenbire gazetelerde yazı dizileri ya da örneğin kent sınırları içindeki bütün güvercinlerin yok edilmesini isteyen örgütlenmiş okur mektupları görülmeye başlandı. Ve güvercinler yok edildi. Ama asıl nefret köpeklere yönelikti. (…) Ancak bir yıl sonra biriken kin (o zamana kadar talim olsun diye hayvanlara yöneltilmişti), gerçek hedefini buldu: İnsanlar. İnsanlar işlerinden alınmaya, tutuklanmaya, yargılanmaya başlandılar. Hayvanlar sonunda rahat bir nefes alabildiler.”
Bu satırlar doğrudan 12 Eylül dönemindeki hayvan itlafını çağrıştırıyordu. Farklı coğrafyalar, farklı kültürler, farklı ideolojiler de olsa, zorba yönetimlerin ortak noktalarından birini vurguluyordu. Baskıya, şiddete hatta belki de katliama hazırlanan despotların teröründen hayvanlar da kurtulamıyordu.
Bu benzerliği fark edince insan ister istemez başka örnekler arıyor. Diğer ülkeleri bilmiyorum ama bu ülkede, İttihat ve Terakki yönetiminin İstanbul’daki sokak köpeklerini Hayırsızada’ya sürmesini hatırlamamaya imkan yok.
İttihatçılar, İstanbul’da sayıları 60 ila 80 bin arasında olduğu söylenen sokak köpeklerinden kurtulmaya karar verirler. Akıllarına gelen tek çözüm bu köpekleri toplu halde yok etmekti. 1910 yılında on binlerce köpeği kementler ve kancalarla yakalayıp Hayırsızada’ya taşırlar. İstanbul şehremini Cemil Topuzlu 30 bin köpek taşıdıklarını açıklar. Aç bırakılan köpekler adada birbirilerini yiyerek yavaş yavaş tükenirler. Zaman zaman adadaki aç köpeklere İstanbul’dan “taze köpek” getirilir.
Hayvanlardan kurtulma politikasının İttihatçıların genel tavrıyla tutarlı olduğunu biliyoruz. İttihat ve Terakki yönetimi önce muhalif gazetecileri sokak ortasında öldürerek kimliğini belli etti. Balkanlardaki isyanları zorbalıkla bastırmaya çalıştı, Lübnan ve Suriye’de darağaçları kurarak göz korkutmayı denedi, durduk yere Karadeniz’deki Rus liman şehirlerini bombalayarak Dünya Savaşına girdi. İyice deneyim kazanmış olan İttihatçı terörü Ermeni soykırımı ile zirveye ulaştı.
Kundera’nın hayvanlara yapılan zulümle insanlara yapılan zulüm arasında yakın ilişki kuran tespiti büyük olasılıkla doğru. Fakat bu ilişkinin nereden kaynaklandığı nasıl açıklanabilir? Kundera, bu durumu devletin şiddeti olağanlaştırmak, insanları şiddete hazırlamak için kurguladığı bir politika olarak değerlendiriyor. Bir sorunu bu şekilde çözmeyi olağan karşılarsanız, öteki sorunlarda da bu tür yöntemler uygulamayı yadırgamayabilirsiniz.
Aslında aradaki ilişki tam da böyle olmayabilir. Yani, hayvanlara yönelik şiddet daha sonraki şiddeti hazırlamak için bir ön çalışma niteliğini taşımayabilir. Belki de bütün bunlar bilinçli bir politikadan değil, hayata ve dünyaya şiddet içeren bir perspektiften bakmaktan kaynaklanıyordur.
Belki de hayvanlara yönelik şiddeti uygulayanlar, zaten hiçbir konuda başka bir çözüm yöntemi düşünemeyecek kadrolardır. Her sorun karşısında öldürmeyi tek çözüm olarak gördükleri için insanlara da hayvanlara da aynı şekilde bakıyorlardır. Eğer bu doğruysa, hayvanlara yönelik politikalar, kendi başına önem taşıdığı gibi, insanlara yönelik politikalara ilişkin bir işaret değerine de sahiptir.
Hayvanlar bugünlerde Türkiye’nin gündeminde. Hükümet 2004 yılında, Avrupa Birliği’ne uygar görünmek ve adaylığın nimetlerinden faydalanmak için bir dizi kanunu yürürlüğe sokarken, Hayvanları Koruma Kanunu da aradan çıkmıştı. Aynı dönemde bazı belediyeler ve sivil toplum örgütleri tarafından hayvan barınakları kurulmaya başlanmıştı.
Aradan yıllar geçti. Artık hükümet kendini Avrupa Birliği’ne uyumlu görünmek zorunda hissetmiyor. Zaten hayvan barınakları da çok külfetli gelmeye başladı, kimi belediyeler barınaklardaki hayvanları öldürerek kurtulmayı bile deniyor.
Şimdi yeni bir yasa tasarısı hazırladılar. “Uyutma” adı altında hayvan itlafına yol açıyorlar. Hayvanları “doğal yaşam alanlarına” bırakarak, açlıktan öldürme yolları arıyorlar. Sokak hayvanlarını deneylerde kullandırarak, yabancı araştırma kuruluşlarından döviz kazanma uyanıklığını bile ihmal etmiyorlar. Yasa çıkarsa geniş çapta bir hayvan katliamının yaşanmayacağına inanmak için bir sebep yok. (BD/HK)
* Fotoğraf: Beykoz Hayvanseverleri