Fotoğraf: Tansu Pişkin
Referandum propaganda sürecine baktığınızda AKP kurmaylarının her tür bürokratik denge denetleme mekanizmasıyla halk iradesini karşıtlık içinde kurduklarını görüyoruz. Yani askeri ya da sivil bürokrasiyi bir vesayet rejimi olarak tanımlayarak, buna karşı halk iradesinin kazanmasını istediklerini belirtiyorlar. Halkın iradesini temsil edecek olan ise nüfusun yarısıyla (yüzde 51) seçilecek olan Cumhurbaşkanı. Bu çoğunlukçu demokrasi anlayışının en otoriterleşmiş biçimini bize demokrasi olarak sunuyorlar.
Yüzde elli bir ile seçilen bir iradenin temsil gücü elbette meclisten daha yüksek, dolayısıyla "ne gerek var canım güçler ayrılığına falan"... Eğer bir şeyler ters giderse denetleyecek olan seçim sistemiyle yine halk, "ne güzel işte daha ne olsun". “Yani HALK denetleyecek cumhurbaşkanını başka bir denetim mekanizmasına ne hacet”... Siz hiç seçimle denetlenen bir bürokrat gördünüz mü? Neredeyse doğrudan demokrasi...
Bunun üstüne bir de bu işin sosyolojisi ve felsefesi olarak, CHP'liler ve Kemalistlerin halkın iradesini tarihsel olarak küçümsediklerine dair bir analizi ekliyorlar. Şerif Mardin'in çevre merkez kuramına gönderme yaparak çevreye hala güvenmeyen merkeziyetçi, vesayetçi kesimler var, deniyor ve CHP’ye işaret ediliyor. Sanki hayır diyen bir tek onlar. Gerçekten yaratıcı bir tezmiş gibi bize sunulan bu.
Her şeyden önce açıkça Türkiye’nin kaderini siyasi kriz ve askeri güvenlik koşullarında belirliyoruz. Memlekette muhalif yani memleketin diğer yarısına girdiği şüphe edilen kim varsa içeride veya şu veya bu şekilde susturuldu. En vesayetçi zamanlardayız yani… Bu söylem böyle düşününce inandırıcılığını kaybediyor.
Yeni sistemdeki Cumhurbaşkanının aksine, var olan meclisin tamamı, yani yüzde 100’ü seçimle geliyorlar. Türkiye’nin her yerinden gelen seçilmişler yoluyla, Türkiye’deki farklı görüşleri temsil gücüne en yakın mekanizma şu anda meclis görünüyor. Meclis, yani politik tartışmaların yürütüldüğü arena. Halka açık olmak gibi de bir vasfı var. Keşke yüzde 10 barajı da olmasa, Türkiye’deki tüm farklı kesim ve görüşleri temsil gücü daha da artsa. Ama ne yazık ki mevcut yönetimin derdi temsil mekanizmalarını güçlendirmek olmadığından, meclisi güçlendirmeyi dert edinmiyor. O Cumhurbaşkanını güçlendirmek gibi dar bir hedefe sahip.
Darbe girişimcilerinin hedefi haline gelen bir siyasal mekanı veya mekanizmayı bu yeni anayasa modeli de hedef alıyor. Bombalarla değil belki ama açıkça yasal yollarda yok etmek tasfiye etmek peşinde. Gönül isterdi ki bu tasfiye girişimine karşı, halk iradesini ve temsil gücünü daha ileriye götüren modeller önerilsin veya önerip tartışabilelim. Çoğunlukçu değil çoğulcu modeller. Ama ne yazık ki mevcudu korumakla yetinmeye itildik. Ama bu yine de çok önemli bir uzlaşma ve dönüm noktası…
Bu anayasa önerisi 1980 anayasasını reforme etmiyor, orada başlatılan eğilimi güçlendiriyor. Yani hayır diyenleri tutucu, evet diyenleri ise reformist tarafmış gibi göstermenin hiçbir meşruiyeti yok. Çünkü yeni anaysa tüm özellikleriyle 1982 Anayasasının devamı niteliğinde. Cumhurbaşkanına verilen yetkileri daha da arttırıp denetimi ortadan kaldırıyor. Vesayet sisteminden kalma YÖK, MGK gibi kurumları kesinlikle kaldırmıyor.
AKP kurmayları 17 Nisan’da bizi istikrarın ve gelişmenin beklediğini söylüyorlar. Belirsizlik ortadan kalacakmış. Ama bilmeliler ki en büyük belirsizlik yaratacak şey sınırsız güç. Seçildikten sonra yetkisi sınırsızlaşan bir yöneticinin eline teslim edilecek Türkiye. Son 10 yılın icraatlarına bakıldığında da sürekli güç istenciyle hareket eden muktedir(ler)in, ülkenin kaderini teslim aldığı ve kedinin fareyle oynadığı gibi oynadığını görüyoruz. Bu aşırı güç istenci, güç bende kalsın da ne olursa olsun noktasına ittikçe asıl istikrarsızlığın kaynağı olacak.
"Ama cumhurbaşkanını halk seçecek" gibi özetlenebilecek bir demokrasi denklemi... Burada kast edilen halk ise nüfusun yarısı. Geri kalanının görüşlerinin nasıl temsil bulacağını bilmiyoruz. Sessizliğe ve şiddete itilen “geri kalan” demokratik bir öneriyle kapsanmadıkça neler olacak?
Türkiye ancak güçlü bir demokrasi ile istikrara kavuşur. Birbirini dinlemeye tahammül kazanan, farklı görüşlerin şiddet kullanmadan temsil edilebildiği, kardeşlik ve barış içinde yaşamanın yollarının arandığı, gücün dengeli bir biçimde dağıldığı ve denetlendiği, halkın temsil gücünün herkesim için arttırıldığı, vesayet mekanizmalarının tümünün gerçekten ve samimiyetle kaldırıldığı bir toplum olursak gerçekten istikrar ve gelişmeyi yakalarız.
Bu önerilen Anayasanın bunları kapsamadığı ise çok açık… Savaş ve şiddetle, savaş ve şiddet koşulları içinde kurulmaya çalışılıyor ülkenin geleceği. Suriye’deki belirsiz politikalarla, ülke içinde aniden geride bırakılan barışla, tahammülsüzlüğün her geçen gün arttığı, şiddet dolu bir toplum olmaya itiliyoruz. Yeni bir darbe atlatmışız ve tam da bu kriz koşullarında referanduma zorlanıyoruz. Hayır demekle sadece bir uçuruma düşmemiş olacağız hala uçurumun kenarında asılı kalsak da. Ama Evet denildiğinde… (BY/ÇT)