Kadıköy minibüs duraklarından geçip, Haydarpaşa Garı’nın terk edilmiş yoluna saptığımda olağanüstü bir kalabalık ile karşılaştım. Her yaştan insan yangında harap olmuş Haydarpaşa Garı’na doğru ilerliyordu. Eski peronlar fuar alanına dönüştürülmüş, lokomotif ve vagonların üstü rengarenk resimlerle süslenmiş ziyaretçilerini bekliyordu. Alan eski bildiğiniz ötesinde; binlerce kitap, onlarca yayınevi ve pek çok yazarlarla daha şenlikli hale gelmiş ve güzelleşmişti. Kitaplara ilginiz olmasa bile her noktası eski Türk filimi kokan meydanda dolaşabilir, artık sohbet alanına dönmüş vagonların içinde oturabilir, çayınızı içer, arkadaşlarınızla dertleşebilirsiniz. Keyfinize göre resim çekebilir ve artık zamanı geldiğinde yazarından bir kitap imzalatıp, okuyabilirsiniz.
Dokuzuncu kez düzenlenen etkinlik Türk Edebiyatı’nın en önemli yazarlarından biri olan ve “Parasız Yatılı”, “Kırk Yedi’liler” ve “Benim Sinemalarım” gibi eserleri edebiyatımıza kazandıran Füruzan’ı Onur Konuğu olarak ilan edilmişti bu sene. Yine aynı şekilde Kasım ayından beri Silivri Cezaevinde tutuklu bulunan Cumhuriyet Kitap Eki Genel Yayın Yönetmeni Turhan Günay Yayıncılık Onur Ödülüne layık görülmüş, Çizgi Roman Onur Ödülü Suat Yalaz’a verilmişti.
Ortam öylesine tanıdık ki, ilk giriş noktasında sizi karşılayan Kadıköy Belediyesi’nin güler yüzlü görevlileri asla yabancılık çekmenize izin vermiyor. Hemen elinize etkinlik programını, belediyenin çıkarttığı haftalık yerel gazeteyi (ki gazeteyi okuyunca mükemmel hazırlanmış bir kültür-sanat derlemesi olduğunu fark ediyorsunuz) ve kitaplarınızı yerleştireceğiniz üzeri baskılı kumaş çantayı hediye ediyorlar. Ve artık işiniz daha kolay, çünkü nereye gideceğiniz, hangi saatte kimi takip edeceğiniz elinizdeki programda yazılmıştı. Aynı anda reklam panoları ve düzenli aralıklarla yapılan anonslarda “şu saatte şu kişinin konferansına katılabilirsiniz” diyerek sizi daha sonra başlayacak etkinliklerle ilgili bilgilendiriyor ve işinizi kolaylaştırıyordu. Eski peron üç uzun sokak haline getirilmiş, sokağın birine feminist yazar Duygu Asena’nın, diğerine Ahmet Oktay’ın, bir başkasına Haldun Taner’in adı verilmişti. Binlerce ziyaretçi, yüzlerce yayınevi arasında mekik dokuyor, ancak kitap günleri, festivaller ve fuarlarda gördükleri yazarlar ile aracısız sohbet edebiliyorlardı. Hem okuyucular hem de yazarlar oldukça neşeliydi, “geçen senelere göre daha kalabalık ziyaretçi” herkeste heyecan yaratmıştı. Hepimizin yeni bir Aydınlanma Çağına ihtiyacı vardı ve bu süreç okuma bilinci yüksek ziyaretçiler ile daha güçlü olacaktı.
Açıkhava sinema alanı gibi düzenlenen A ve B salonlarında günün her saatinde yazar, çizer, sinemacı ve akademisyen için yayınevleri konferans düzenliyordu. Çoğunlukla CNN Türk’de izlediğim İbrahim Kaboğlu kalabalık bir topluluğa evrensel hukuk kurallarından bahsediyordu. Hoca bildiği işi yaparken hem çok mutlu hem de çok genç görünüyordu. Hepimizin bildiği üzere KHK ile tüm özlük hakları elinden alınarak Marmara Üniversitesindeki görevinden ihraç edilmişti. Ve onun gibi KHK ile görevlerinden ihraç edilen on binlerce insan ve onların yakınları, bir gecede yarınsız, hayalsiz ve umutsuz bırakılmış ve hak arama mücadeleleri hukuk dışı ilan edilmişti.
Ankara Yüksel Caddesine her gittiğimde Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’yı görürdüm. Birkaç kez yanlarına gittim, çevreleri hep kalabalık olduğu için, her seferinde sadece Semih ile konuşabilmiştim. “İstediğiniz bir şey var mı?” diye sormuştum, bir seferinde “su” demişti. Hemen yan büfeden otuz şişe su almıştık arkadaşlarla. (Otuz şişe su, onlar için yaptığımız tek şey buydu.)
“Başka ne yapalım” dedik, “daha sık yanımıza gelin” demişti, Semih. İşlerine geri dönsünler diye bir çağrı metnine imza atmıştık. Biz oradan ayrıldık ve bir daha da uğrayamadık. Ama onlar “iki küçük kuş gibi” gece gündüz karınları aç bekliyordu. Daha yirmili yaşlarında bu genç insan (Nuriye Gülmen üniversitede hocaydı, Semih Özakça lisede öğretmen) kendilerine bir gelecek kurmak için sadece işlerini geri istiyordu. Semih evliydi, kendisi gibi öğretmen olan karısı da ihraç edilmişti mesleğinden. Karı koca işsiz kalmıştı. Kim bilir ne hayaller kurmuşlardı, belki de yeni evlendikleri için çok borçları vardı? Nuriye ve Semih’in haftalarca süren açlık grevi “işinize geri dönebilirsiniz” ile sonuçlanması gerekirken, hapishanede noktalanmış, tutuklanmışlardı. Sonrasında Semih’in annesi ve eşi, sevdikleri için kaygılanmış, tek yapabildikleri sonu seçmişler ve açlık grevine başlamışlardı. Onlar da defalarca gözaltına alınıp, darp edilmişlerdi.
Şimdi Hoca’da onlardan biriydi. Ayakta kalmak için kitaplarından elde edeceği telif dışında başka bir geliri de yoktu. Onu dinlerken “bu sessiz ve sakin insanın başına neden bunlar geldi?” diye düşündüm kendi kendime. Son derece nazik, işini çok iyi bilen, konuşması boyunca hiçbir toplumsal, ahlaki ve hukuki tartışmaya yer bırakmayacak, ölçülü hitabıyla neden böyle bir haksızlığa maruz kalmıştı ki?
Sanırım onu izleyen büyük kalabalıkta benim gibi düşünüyor, soru cevap kısmında olabildiğince saygılı bir şekilde Hoca ile empati kurmaya çalışıyordu. Hoca çok neşeli görünüyordu, ama ben onun tedirgin ve gergin olduğunu düşündüm/hissettim. Çünkü hiç kimsenin istemeyeceği bir kuyunun içine o da düşmüştü. Yine de kendisiyle gelen öğrencileriyle ara ara şakalaştı, dinleyicilerin gönlünü almaya çalıştı. Ayakta beklediği uzunca bir süre “15 Temmuz Anayasası” adlı yeni kitabını okurlarına imzaladı. Hak arama mücadelesini, hukuk kuralları çerçevesinde sürdüreceğini söyledi. Biliyorduk haklıydı, ama insanın bu durumda kendini daha da güçlü hissetmesi zaman alacaktı. Ve ona gösterilen yoğun ilgi ‘inşallah gelecekte de yalnız olmadığının kanıtı’ olsun istedim
Tüm bu düşüncelerle Garın kalabalık sokaklarında dolaştım, birkaç kitap aldım. Tanıdığım, tanımadığım şair ve yazarlarla konuştum. Geçici de olsa edebiyatın bilgeliğine sığınmak istiyordum. Türkiye Yazarlar Sendikasının tutuklu bulunan yazar, gazeteciler ve Nuriye Akman ve Semih Özakça için yaptığı basın açıklamasını izledim. Haydarpaşa Gar alanını dolduran 200 bin ziyaretçi anonsu arkasından yaşanan alkışlı coşkuya şahit oldum. Birlikten kuvvet doğmuştu. Bu alkış haksızlığa uğrayan tüm mağdurların kaderini değiştirecek bir işaret olabilir miydi?
Evime dönerken açlık grevinin 76. gününde tutuklanan ve bugünlerde neredeyse 100. gününe gelen Nuriye Gülmen ve Semih Özakça için Tabip Odası’nın ölüm riskinden bahseden gazete haberlerini okudum. Semih Özakça’nın eşi tüm olup bitenler için çok üzgündü. Herkese sayı gibi gelen “açlık grevinde bilmem kaçıncı gün”, onun için Semih ve Nuriye’nin bedenlerinden kopup giden parçalardı. Kim bu genç kadının yerinde olmak isterdi ki…