Doktor bana güneşe çıkmayı yasakladı - bu yüzden alacalı bir güneş parçası bulup oraya yerleşiyorum - elimde iki kitap... Biri Amin Malouf'un romanı "Yolların Başlangıcı", ötekisi Güney Afrika'daki Hakikat Komisyonları'nın tutanakları...
Geçmişle yüzleşmek
Güney Afrika'da 1990'larda başlayan zorlu bir süreç yaşanmış - insanlar siyahlar ve beyazlar - savaş gerekçesiyle işlemiş oldukları suçları, gerçekleştirdikleri tecavüzleri, ağır insan hakları ihlallerini ortaya dökmüşler...
Bu çok acılı süreç, kapalı kapılar ardında değil, oluşturulan Hakikat Komisyonları'nda gerçekleşmiş... Halka açık tüm toplantılar radyo ve televizyonlardan da yapılan canlı yayınlarla koskoca Güney Afrika'nın her köşesinden dinlenmiş... Kocası işkencede öldürülen bir kadının çığlığından tutun da, kayıp yakınlarının acılarına kadar, her şey ama her şey ortaya dökülmüş...
Çünkü Güney Afrikalılar ne kadar korkunç olursa olsun, geçmişle yüzleşmeyi bir zorunluluk olarak görmüşler... Bu sürece karşı çıkanlar da olmuş, oysa sağduyu galip gelmiş... Unutmak için değil, affedebilmek için böylesi bir süreci gerçekleştirmişler... Kitap da bu süreci ve bu süreçte yaşananları ayrıntılarıyla anlatıyor... Ama canım hemen şu anda okumak istemiyor...
Biz istesek de istemesek de mevsimler değişiyor
Bunca zaman soğuk havaların etkisiyle iç mekanlara kapandık, şimdi aylar sonra ilk kez bahçedeyim...
Bu yüzden havuzda yansıyan güneşi, havuzun kenarından başını çıkaran kaplumbağamız Don Piedro'yu; çiçeklere teğet geçip damlara doğru yükselen sarışın kelebeği; damda güneşlenen tekir kediyi; kumruların sesini; yeşillerin ferahlığını içime çekmek istiyorum...
Dalmaçyalı köpeğimiz Jelly, ilkbahar sevinciyle bir o yana, bir bu yana koşturup duruyor; damdaki kediye bakıyor; sokaktan geçenlere havlıyor; derken yanıma gelip neşeyle kuyruk sallıyor...
Toprağını sevmeyen ağaç yok gibi...
İlkbahar burada, bu çok açık... Biz istesek de, istemesek de, aldırsak da, aldırmasak da mevsimler değişiyor... Erik ağacı henüz tek bir çiçek bile vermedi oysa mahalledeki badem ağacı çiçeklendi, çiçeklerini döküp yeşillendi, neredeyse çağlaya duracak...
Belki bizim erik tembeldir ve ilkbaharın geldiğine inanamıyordur... Ya da belki yeterince su almıyordur, toprağını sevmiyordur ki, buna inanmak zor. Çünkü bu bahçede toprağını sevmeyen ağaç yok gibi... Boyu bodur kalan mülver, kırmızı yanaklı nar, yeni yetişen zeytin, her ilkbahar canlanıp duruyor, öyleyse erik neden bu kadar tembel?
Annemsiz ilkbahar
Bunu anneme sormalıydım ama artık o yok - ilk kez bir ilkbaharı onsuz karşılıyorum... Sorun ilkbahar da değil, ilk kez hayata onsuz bakıyorum...
Geride bıraktığı boşluk inanılmaz bir şey ama, bir o kadar da yanımızda duruyor; çünkü sevgi temel felsefesiydi ve onun sevgisini parmaklarının dokunduğu her yerde hissetmek mümkün...
Her bir ağacın dalında, her bir saksıda, bu bahçedeki her bir çiçekte, her bir fidanda... Burada olsaydı, "Bak? Gördün? Zambak açtı!" derdi... Hep bir şeylere işaret ederdi:
"Bak! Mum çiçeğine bak! Kumrular geldi! Jelly ne yaptı bir bilsen!..."
Şimdi işaret edecek kimsecikler yok, bu yüzden yüreğimin sesini dinlemeli, hayata onun gözleriyle bakmalıyım... Belki bu yüzden aylar sonra nihayet bahçede oturabiliyor ve onun gözleriyle çevreyi inceliyor, hayatı ciğerlerime dolduruyor, yeşilliğin başımı döndürmesine izin veriyorum...
Bulgar bahçıvan Nazım usta
Geçen hafta Bulgar bahçeci Nazım usta gelip bütün ağaçları budadı... Hatta daha da ileri gidip, boynu yıllar önce bükülmüş, her geçişimizde kafamızı tosladığımız incir ağacını bile kesti... Elektrikli bıçkıyla yaptı bunu ve kestiği dalları küçük parçalara ayırdı... Böylece şömineye yakacak odun çıkardı...
Annem hayattayken bu incirin budanmasına bile karşı çıkardı - bir zamanlar 1956'da bu ev yapılırken dedesi gelmiş, bahçeyi dolaşmış ve inciri büyüyeceği yere ekmişti... Bu yüzden başımızı toslamamız da ikna edememişti annemi - o, dedesinin hatırasını yaşatıyordu...
Şimdi kocaman bir dal kesilip parçalara ayrılıyor, şöminede yanacak, geride kalan küçük incir fidancıkları yeniden açacak, belki daha kuvvetli, daha sağlıklı olacak...
İncir ağacının kokusu
Şömineye attığımız incir kütükleri taze - bu yüzden yanarken tıslıyor ve evin içini o dayanılmaz tatlı kokuyla dolduruyor... İncirin canlısı da, ölüsü de böyle tatlı bir kokuya sahiptir işte - şömine tıslayarak yanarken, şöminenin üstüne dizdiğimiz mumlar da yanıyor...
Akşam üstü oğluma "kelle paça" tarzı bir çorba hazırlıyorum... Çorba tabaklarına ekmek parçalarını küçük küçük doğruyorum, haşladığım şerengahları üstüne tiftikliyorum... Bahçedeki ağaçtan kesilmiş ekşiyi sıkıyorum ve kuzunun suyunu ekliyorum... Kemikleri de Jelly yiyebilir...
"Ama anne bu çok güzel!"
Elbette, çünkü sevgiyle hazırlandı, tıpkı annemin ben küçükken hazırladıklarına benziyor. Çünkü anneler hayatın milliyetinin sevgi olduğunu bilir - bunu Fikret Demirağ yazdı bir şiirinde, "Hayatın milliyeti sevgidir(*)" diye...
Ben de bu sözcükleri alıp yanaklarından öptüm, yüreğime bastım çünkü tıpkı annemin felsefesine benziyordu...
Maria'nın armağanı tavşan kulakları
Canyoldaşım, küçük fidanlar alıp duruyor - ateşi pembe sümbüller, turuncu ve sarı karagözler, menekşe boru çiçekleri, mini minnacık karanfiller... Bunları bahçeye ekmeye başlıyor...
Maria'nın armağanı pembe ve beyaz tavşan kulakları çiçeklerini hiç yitirmeden havuzun başındaki saksılarda duruyor... Bunlar o kadar canlı ki, tıpkı hayata dair birer deklarasyon gibi, bahçede bağırıyorlar: "Bize bakın! Bize bakın, ne güzeliz!"
Maria, bu tavşankulaklarını, "İncisini Kaybeden İstiridyeler"in Türkçe ve Rumca versiyonları için düzenlenen gecelere armağan olarak getirmişti.
Maria'nın annesi, babası, kız kardeşi ve erkek kardeşi Değirmenlik'ten kayıp... Yıllardır onların izini sürüyoruz... Onların başına neler gelmiş olabileceğini de aşağı yukarı biliyoruz... Her geçen gün, bildiklerimize yeni ayrıntılar ekleniyor... Ama kemikler hala kayıp...
Ve Maria, Değirmenlik'teki evinin avlusunda, onların gömülmüş olabileceği yere gidip zeytin yaprakları yakıyor, onları tütüyor... Tek istediği, kemikleri geri alıp onları uygun biçimde gömebilmek... Bunun için de iki tarafın "efendiler"inin keyfinin gelmesini beklemesi gerekiyor...
Sevilay'in Günnasır'ı
Sevilay'ın (Uludağ) aldığı bir saksı günnasır da bahçede - çiçekleri dökülmüş ama yeşillikler yerli yerinde... Onun da annesi ve babası kayıp - katillerinin kim olabileceği konusunda artık bir fikrim var... Ama katillerin kim olabileceğini bilsem dahi, kemikler Kıbrıs Türk polisinde ve Sevilay bunları geri alamıyor...
Çünkü "efendiler"in buna izni yok...
Hayat böylece akıp gidiyor, bekleyişlerle, hüzünlerle, küçücük mutluluklarla... Çağlayan bölgesindeki bu evin bu güzelim bahçesinde oturuyorum, kucağımda iki kitap... Biri, kendi geçmişiyle yüzleşmiş bir halkın anlatısı, ötekisi Lübnan kökenli bir yazarın "yolculuklar"la ilgili anlatıları...
Kıbrıslılar uzaklara gitmek isterler
Biz Kıbrıslılar, geçmişimizle yüzleşmeye henüz yeni yeni adım atıyoruz, yolculuklar ise hayatımızın parçası oldu hep... Kıbrıslılar oldukları yerden uzaklara gitmek istediler hep - gittiler de ama, gittikleri zaman da mutlaka dönmek istediler...
Bu parçalanmış ruh hallerimizi, gitmekle kalmak arasındaki haleti ruhiyemizi, yüzleşme korkularımızı, yıllar süren sindirilmişliğimizi düşünüyorum...
Az sonra bulutlar geliyor ve güneş çekip gittiğinde ürperiyorum... Artık bahçede oturulmaz, sandalyeleri toplayıp içeriye girmeli, şöminede yanan incirin kokusunu içime çekmeli, toplumlarımızın gün ışığına çıkmayı, çiçeklenmeyi bekleyen anlatılmamış öykülerini düşünerek, şöminenin üstündeki mumları yakmalıyım...(SU/AD)
(*) Fikret Demirağ'ın bir şiirinden...
copyleft (c) 2001-05 hamamboculeri.org