Yaşamı boyunca anlaşamadığı, tartıştığı, kavga edip yenişemediği erkeklerin tümünü artık ben temsil ediyordum. Ona tahammül edebilen son kişi olarak beni her gördüğünde şeytan görmüş gibi oluyor, fiziksel bir mücadeleye girişmek için beni provoke etmekten geri durmuyordu. Oysa bir zamanlar, onu hüsrana uğratan izdivacının can simidi olmuş, tüm sevgisini kanalize ettiği, ümit bağladığı ve koşulsuzca destek verdiği sevgili küçük oğluydum.
Beni kâh kocası, kâh kayınpederi, kâh erkek kardeşi, bazen büyük oğlu bazen de babasının yerine koyarak bilhassa geceleri gark olduğu halüsinasyonların tesiri altında kalıp benimle şiddetli çatışmalara bileniyor gibiydi. O zamana kadar resmen teşhis konmamış olmasına rağmen alzheimerden muzdarip olduğunun farkındaydım; lakin bana daima aşk yoğunluğundaki duygularla yaklaşmış annemin beni baş düşman yerine koyması his dünyamı allak bullak ediyordu.
Fiziksel gücünü koruduğu için boğuşmaya varan çatışmalarımız da iyice artmıştı…
Aynı anda, ayrı bir evde demanslı olduğunu tabii ki kabul etmeyen ve yalnız yaşamakta inat eden bir babayla cebelleşiyordum; ömrüm boyunca kendimi ispatlamaya çalıştığım şahıs bana açık açık şüpheyle yaklaşıyordu. Bu yetersizlik hissinin benden değil de, onun narsistik kişilik bozukluğundan kaynaklandığını hazmetmekte gene de zorlanıyordum.
Fiziksel ve zihinsel kapasitelerinin maziye göre epeyce azalmış olmasına rağmen yardımlarımı reddetmesi ve aynı zamanda bana hayatım boyunca bir baltaya sap olamamış, ahlaksız, beceriksiz bir insanmışım gibi davranıp güvenmemesi beni çileden çıkartıyordu. Ocağın üstünde yemekleri unutuyor, bozulmuş abajuru tamir edecek diye bir kere elektrik çarpmış olmasına rağmen ertesi gün inatla aynı işe girişiyordu.
Zamanla benim içimdeki canavar uyanmış, sularına gitmem gerekirken onlarla cebelleşen, onlara hakikati empoze eden, tanıdığım ebeveyn haline tekrar gelmeleri için kükreyen bir ejderhaya dönüşmüştüm…

İhtiyarhanede huzur
Oysa İzlanda’nın başkenti Reykjavík’teki bir ihtiyarhanede atmosfer yumuşacık, sessizlik ve huzur ortama tamamıyla hâkim. Yaşlıların her biri evlerinden getirdikleri şahsi eşyalar ve mobilyalarla kendilerine şefkatli yeni birer yuva yaratmışlar; gündelik rutinleri dışında hobilerini sürdürebiliyor, zamanı geldiğinde yaşıtlarıyla sosyalleşiyorlar. Neredeyse asırlık çınarlar spor salonunda aletli veya aletsiz egzersizler yapıyor, kimi ruj sürüyor, kimi saçlarına bigudi sardırıp kuaför kaskının altına giriyor. Aralarında akordiyon çalıp neşelenen de var, gözleri çok iyi görmediğinden küçük bir büyüteç yardımıyla İspanyolca’sını ilerletmeye çalışan da. Gayet şefkatli bir koca eşinin el tırnaklarına ihtimamla oje sürüyor, sağlıkları dört dörtlük olmasa bile iki ihtiyar kadın avluda buluşup hem sigara içiyor, hem de “kaynatıyor”.
Hepsine en iyi gelenin müzik olduğu muhakkak. Müessesenin onlara sağladığı kulaklıkları takıp gezinen de var, tekerlekli sandalyede oturup dans eden ve alkışla tempo tutan da. Her ne kadar bir tanesi şarkı söyleme kapasitesini yitirdiğini belirtse de müziğin sihirli gücü sayesinde hiçbirinin dudaklarından tebessüm eksik olmuyor.
2025 İzlanda yapımı "Ayaklarımızın Altındaki Toprak (The ground beneath our feet)" adlı belgesel yaşlılık ve ölüme hazırlık safhaları hususunda seyirciyi adeta hipnotize edip avucuna alıyor. Tabii ki kahramanlarımıza ayak uyduran temponun epeyce yavaş olduğunu tahmin edebilir, İzlanda’nın coğrafi konumundan dolayı gökyüzünün kış kasvetini de gözünüzün önüne getirebilirsiniz.
Gene de CPH:DOX’ta dünya prömiyerini gerçekleştirmiş, ardından DOK.fest München, Zürih Film Festivali ve Uluslararası Reykjavík Film Festivali programlarında yer alan belgeselin yeterince gerçekçi ve bilhassa optimist bir sinema eseri olduğu söylenebilir. Filmin en son yarıştığı DMZ belgesel festivali uluslararası yarışmasına seçilip Büyük Ödüle layık görülmesinden yola çıkarak Kore hassasiyetine de seslendiği sonucuna varabilirsiniz.

Hayata dair bir film
Belgeselin kadın yönetmeni Yrsa Roca Fannberg, ona filmi niçin çektiğini soran ihtiyar bir kadına “Hayata dair bir film çekiyorum” diye cevap veriyor. Hakikaten de belgeselin çoğu kahramanı hayata ne kadar bağlı olduğunu seyirciye ispatlıyor ve bizi yaşamın doğal mevsimlerinden sonbahara hazırlıyor.
Mesela yaşlı bir kadın müessesede yeni çalışmaya başlamış bir bakıcıya yatağını toplarken yorganını nasıl rulo haline getirdiğini zevkle öğretiyor. Özenle sarılan yorgan yatağın duvara dayanan tarafında adeta bir divan aksesuarına evriliyor: “Böylece yatak odam oturma odasına dönüşüyor!”
Aynı yaşlı kadın genç müstahdemden güllerle dolu iki adet vazosunun yerini değiştirmesini de rica ediyor; oysa benim gözümde şahsen bunu yapabilecek kapasiteye sahip. Aslında tavrında bir emir verme hali yok, fakat kötü tecrübelerin kurbanı ben, bu aksiyonu birisine iş yaptırma ve otoritesini kaybetmediğine dair teyit ihtiyacına bağlıyorum.
Televizyon karşısında içi geçmiş, nefesi ağırlaşmış yaşlıların düşkün haline de şahit olmadığımızı sanmayın; üstü karla kaplı bir cenaze arabasının kapıya gelip gitmesinden sonra müteveffanın odasından çıkan eşyaların taşınmasına da. Bir diğer sevimli ihtiyar, bana sanki annemi hatırlatmak için ikide birde Reykjavik’e dönmek istediğini söylüyor, zaten Reykjavik’te olduğu kendisine sık sık belirtilse de.
Fakat hiçbir kahramanımıza fazla bağlanacak ve özel olarak üzülmeye vaktimiz olmadığı için filmin esas konusunun hayatın genel dinamiği olduğunu bir kez daha idrak ediyoruz.
Teferruatlı şekilde yakın plan çekilmiş, bilhassa iki büyükannemi hatırlatan yaşlanmış ten dokusunun bende yarattığı içgüdüsel çekim de cabası.
Bu arada küçük bostanıyla meşgul bir beyefendi olası zengin mahsulünün vaziyetini kontrol ederken arkasında obezce bir kedi peydahlanıp miyavlıyor. İhtiyar adam onunla hemen alakadar olmayınca kuyruğunun ucu, duruma sinir olduğunun işaretini verircesine adeta kıvranıyor. Neyse ki sırası geldiğinde yaşlı adamla aralarında oluşmuş “şefkat” ilişkisinin karşılığını alıyor. Tıpkı hayatı boyunca kedilere belirli bir mesafeden yaklaşıp son yıllarında babamın bir tanesini endüstriyel mama kurbanı haline getirdiği gibi.
Bir diğer yaşlı bir zamanlar ihtimamla oluşturulmuş fotoğraf albümlerini sabırla tasnif edip bazı fotoğrafları yırtarak çöpe atıyor.
Artık Balıklı Rum İhtiyarhanesi’ndeki annemin ise ömrü boyunca düzenli şekilde oluşturduğu yüksek sayıdaki fotoğraf albümünü karıştırıp takdir edecek hali pek kalmadı; hayat yorgunu annem ölgün gözlerle bakan, adeta bir hayalete dönüştü. Lakin vefatından bihaber olduğu kocasını, bilinci arada sırada geri geldiğinde bana sorarken gözümün bir an seğirdiğini fark edecek kadar da benliğimin içinde capcanlı!
(RL/EMK)







