Hani yılın ilk yazısı, son yazısı gibi genel geçer sözler edilir ya; bu anlamda yılın son yazısını Suriye üzerine yazmak istedim. Ülkemiz gündeminde olağanüstü denebilecek durumlar varken, Suriye üzerine yazmayı daha bir önemsedim. Zaten bir süreden beri bu konuda yazmak istiyordum. Elbette gündeme düşen son olaylar bağlamında söyleyecek çok sözümüz, alınacak tavrımız var!
İki yıldan beri Suriye’de bir iç savaş yaşanıyor. Savaşların en alçağı, en kirlisi, şiddetin akıl almaz biçimleri Suriye’yi kasıp kavuruyor. İnsanın varlığının inanç, din, ideoloji ya da adı ne olursa olsun ‘bir şey’ için bu denli vahşileşmesinin ve alçalmasının tarihte çok az örneği var.
İki yıldan beri Suriye, bu alçaklığın yangın yeri.
Suriye’de yaşanan vahşet yeterince anlatılabilir ya da anlaşılabilir mi?
Böyle bir iddiam yok; “dışarıdan”, “uzaktan” bakan biri için bu pek de mümkün değildir. Ancak anlamaya çalışmak, empati kurmak, zihin dünyamızda canlandırmak mümkündür ki, bence bu insani olarak gereklidir de. Ya da şöyle denebilir: Dışarıdan, uzaktan biriyim. Suriye’nin içinden biri gibi tavır oluşturmak zorunda da değilim. Bu benim sorunum değil. Olabilir.
Suriye üzerine konuşmanın, yazmanın yolu, “Ben Suriye’de olsaydım, ne yapardım?” sorusunu sormaktan geçiyor. Bu soruyu sormadan ve bunun üzerine derinlemesine düşünmeden Suriye üzerine söz söylemek, tuşlar yoluyla cümleler yazmak her zaman bir çiğlik ve lafazanlık taşıyacaktır. Böyle olduğunun birçok örneğini görüyoruz; torba doldurmak için laf eyleyenler, ideoloji veya din noktasından hareketle kıymeti kendinden menkul tahlil yapanlar vs…
Suriye’de olsaydınız ne yapardınız?
Şam’da, Halep’de, Lazkiye’de, Humus’da, Kamışlı’da, Rakka’da, bir kasaba ya da bir köyde…
Tek başınasınız veya ailenizle bir arada; karınız, çocuklarınız, ananız, babanız vs.
Çiftçisiniz, işçisiniz, öğrencisiniz, kadınsınız, çocuksunuz, esnafsınız, memursunuz, fabrika sahibisiniz vs.
Şimdi kendinizi olduğunuz şekliyle Suriye’ye götürün, o ülkenin yurttaşı, o toplumun bir ferdi olun. Bir tarafta diktatör Esad yönetimi ve karşı tarafta ise radikal İslamcıların egemen olduğu bir muhalefet cephesi. Söz çoktan bitmiş, her şey silahın ucunda! Lafla kurtulmak mümkün değil, ikilemlerle karşı karşıya bırakılmış bir saf seçme dayatması!
Esad’ın cephesinde "savaşırdım"
İlkin belirteyim ki, savaşı da şiddeti de reddediyorum!
Suriye’de olduğumu varsayarsam, ülkeyi terk etmeye çalışırdım. Kaçardım oradan. Bu benim savaşım değil diyen Amin Maalouf’un Lübnan iç savaşı sırasında Fransa’ya kaçması gibi. Bu bir dramdır. Nitekim Maalouf içinde taşıdığı bu acıyı, “Doğu’dan Uzakta” adındaki son romanında anlatır. Maalouf doğru yapmıştır ama içinde, ülkesine karşı hep bir hüzün ve Lübnan’da kalan arkadaşları için özlem taşır. Nitekim romanın trajik sonu, aslında yazarın haleti ruhiyesinin bir yansımasıdır.
Bir farkı belirteyim; Suriye’de olanlar hiç de Lübnan iç savaşında olanlara benzemiyor. Ne Falanjistler, ne Dürziler, ne Şiiler, ne de Sünni örgütler bu kadar alçalmamışlardı.
Suriye’de kalsaydım radikal İslamcılara karşı savaşırdım. Elbette Esad’ı ve rejimini savunduğum için değil, bu katillere karşı savaşabilmem için, mecburen Esad saflarında olmam gerekirdi.
Arkadaşlarım, okuyucularım şaşırmayın ve kızmayın. Yanılabilirim! Siz ne yapardınız, doğrusu merak ediyor ve farklı görüşleri önemsiyorum.
Tekrar tekrar sizi düşünmeye davet ediyorum. Suriye’de dört yol var: 1) Esad tarafı, 2) Muhalefet tarafı ki, buna egemen olan güç ise, köktenciler. 3) Her iki tarafı idare etmeye çalışmak, saklanmak, 4) Kaçmak.
Nitekim milyonlarca Suriyeli, mülteci durumunda. Onların acısı ise, bir başka.
Üçüncü şıkkın pek yaşam sahası yok. O konumdakilerin çoğunun bir gün işini bitirirler!
Bu dört şıkkın içerisinde ben, isteyerek değil ama zorunluluk nedeniyle Esad kuvvetleri safında radikal İslamcılara karşı savaşırdım! Belki de en iyisi, Rojava’ya gitmektir!
Esad ve BAAS rejimini kesinlikle savunmuyorum. İsterdim ki, BAAS rejimine karşı başlamış olan muhalefet, Sünni bir kuşatmanın siyasi aracına dönüşmeyip de kucaklayıcı ve kırıntı halinde de olsa demokratik bir yönetim oluşturabilseydi. Ancak böyle olmadı ve radikal İslamcılar, muhalefeti ele geçirdiler.
Bana her iki tarafın dışında ve onlara karşı devrimci bir durum yaratmaktan, Suriye’yi karıştıran emperyalizmden ve ona karşı antiemperyalist mücadeleden falan bahsetmeyin. İçinde insanın olmadığı bir siyasettir bu! Böylesi yazı çizilerden acı duyuyorum! Bir insan, hayatın bu kadar mı dışında olur ve halüsinasyon sayılabilecek bu görüşleri gerçeğin yerine ikame etmeye çalışır.
Bana Esad’a olan desteğimin bir ulusalcı refleksi olduğunu hiç mi hiç söylemeyin, bunu iftira olarak görürüm!
El Kaideciler, El Nusracılar, Selefiler gibi radikal İslamcıların yaptıkları Nazileri, Kara Gömleklileri aratmayacak bir vahşettedir. Kendinden olmayanı boğazlayan ve bunu İslam dini adına yaptığı inancıyla sevap kazandığını düşünecek kadar bir sapkınlığın dünyasındaki yaşamın nasıl olduğunu bir düşünün! İnsanlığın ve yaşama hakkının düşmanı bu İslamcı katillerin Nazilerden, Kara Gömleklilerden eksiği yok, fazlalığı var.
Her türlü siyaset, hayatın derinliği karşısında sığ kalır! Bir siyasi yapı, hayatın zenginliğini bütünüyle kavrayamaz. Ve hayat kimi zamanlar öyle ikilemler yaratır ki, siyasetin çelikten matrisleri bir kağıt gibi bükülürler. Genellemeleri reddetmiyor, soyutlamanın bir gereği olarak ‘şeyleri’ anlamlandırmanın/kategorize etmenin bir yöntemi olduğunu kabul ediyorum ama genellemeler de çoğu kez özelin ve özgünün derdine deva olmuyor! Aslında bu paragrafta yazdıklarımın da bir siyasi tarafı var. Vurgulamak istediğim nokta, siyaseti de insanın yaptığıdır! Suriye’de ve Suriye koşullarında insan, insanlığı, onuru ve yaşama hakkı bakımından nerede durmalı?
Çeşitli ülkelerden gelerek Suriye’yi işgal etmiş İslamcı teröristlerin iktidarında yaşamaktansa, Esad’ın iktidarında yaşamayı ehveni-şer olarak seçerdim. Anlaşılır olabilmem için şu basit karşılaştırmayı yapmak zorundayım: Birisinde 1 metrekare yaşam alanı varken, diğerinde hiç değilse 5 metrekare bir alan var.
Bu işin lamı cimi yok; bir can pazarı kurulmuş Suriye coğrafyasına.
Sorunu bu denli açık yazmamın kimi eleştirilere hedef olacağını biliyorum Ancak durumu açıkça ifade edemeyen veya etmek istemeyen birçoklarının da, duygularına/dillerine tercüman olduğumu sanıyorum.
Yazıyla dolaylı bir bağlantısı olması nedeniyle bu notu ekliyorum: Bir yıl önce, “En kısa zamanda Şam’daki Emevi Camii’nde namaz kılıp oradaki kardeşlerimizle kucaklaşacağız” diyecek kadar gözü dönmüş ve emperyal güç sarhoşluğundaki Başbakan Erdoğan, Suriye’de radikal İslamcıların egemenlik kurmasıyla Türkiye’nin nasıl bir belayla karşı karşıya kalacağını göremiyor mu? İktidar hırsının, kibrinin ve ideolojisindeki sığlığın kuşatılmışlığında yaşadığı bu siyasi körlüğün sonucunda, kardeşlerim diyerek desteklediği o radikal İslamcılar, kendinin de başına bela olacaktır! Reyhanlı patlaması hala çözülmüş değil, neden? Pakistan örneği ortada! Pakistan’dan sonra Suriye’de ikinci bir El Kaide üssü oluşturulması ne demek ey Hükümet ve AKP’liler? Suriye’de durumu kontrol edeceğini sanan ABD bile bundan vazgeçti! Sizler hala Şam’da namaz kılmak derdinde misiniz? (HŞ/HK)