Toplum hakkında düşünmek, doğa hakkında düşünmekten ayrılmamıştı; insan hakkında düşünmek de toplum hakkında düşünmekten.
Değer yüklü yargı
Sanılmasın ki, bilimlerdeki ayrılık normatif bir yargıya konu edilebilir. Başka bir deyişle, iyi ya da kötü olduğu ileri sürülebilir. Doğa ve insan hakkındaki bilgimizin sınırlarını bilimlerdeki bu ayrışma olmuştur.
Fakat aynı şeyi, insan bilimleri olarak sınıflanan ve Amerikan işlevselciliği tarafından iyice parçalanan tarih, ekonomi, sosyoloji, psikoloji, siyaset bilimi (saymakla bitmeyecek kadar çok alt dalla birlikte!) için söylemek o kadar kolay değil. Marx, Alman İdeolojisinde tek bir bilimden, tarih biliminden söz ettiğinde insan etkinliğinin tek bir bilimin bilgi nesnesi olduğunu açıkça ve doğru şekilde belirlemiş oluyordu.
Yine de, insan tekinin evrensel özlerinden sayılan aşk üzerine gözlemlerde bulunma niyetinin güdülediği bu yazıda, insan bilimlerindeki bu parçalanma eğiliminin yarattığı uzmanlık alanlarının kaçınılmaz baskısını hissettiğimizi itiraf edeyim. Zira, okuyucu bilmeli, yazar ne bir antropolog, ne bir etnolog, ne bir psikolog ne de başka bir log. Bu uzun giriş de bu nedenden yazıldı. Mandelin Hoş Cinayetin önsözünde yazdığı üzere tarihbiliminin sunduğu olanaklar o kadar geniş ki, bu olanakları bulunan her fırsatta kullanmak boşa bir çaba olmasa gerektir. Bunun sonucu her zaman Hoş Cinayet olmaz, olamaz; kimi zaman yazılmasa da olurdu hissi uyandıran sonuçlar da doğabilir.
Kimi zaman
Hemen herkes hayatının bir döneminde onu kontrol eden, davranışlarını yöneten aşkın bir duygunun içinde olduğunu düşünmüştür. İnsan teki, böyle zamanlarda davranışlarını rasyonelleştirmekte güçlük çeker. Bu duygunun bütün insanlığın yaşantısına ve estetik üretimine evrensel bir öz imiş gibi sızmayı becereni ve damgasını vurmuş olanı kuşkusuz aşktır. Edebi metinlere, şarkılara, hatta resimlere konu olan aşk, haz ve elemin çelişik birlikteliği olarak belirir.
Bugünün popüler kültüründe de, hem aşık oldum diyen insan teki açısından hem de o insan tekine toplumun biçtiği rol açısından aşıkın etkinliği, hazza ya da eleme yönelir. Sadece Türkiyede değil, bütün dünyada en çok dinlenen şarkılar aşk acısı anlatan, sevgiliden şikayet eden, sevgiliyi özleyen ya da onu çağıran vd. temalar içerirler.
Beni bu hallere bir koyan vardı
Aslında aşkın da bir tarihi var. Bu konuda başarılı bir çalışma okumuş değilim maalesef. Ama yazıldığını umuyorum. Burada kabaca tasnif edersek, aşkın bilgisi ve bu bişlginin insan etkinliği üzerindeki etkisi, sandığımızdan çok daha tarihsel. Doğu kökenli hikayelrin yarattığı evrensel aşk mitosu, evet, sadece bir mit.
İlkel topluluklar
Biyolojik açıklamalar, daha açık söylersek insandaki evrensel üreme güdüsünün evrensel aşk özünün nedeni ya da kaynağı olduğu varsayımı, ilkel topluluklar üzerinde yapılan araştırmalarla tümüyle çökertilmiş bulunuyor.
İlkel topluluklarda kadın ve erkek arasındaki toplumsal ilişkinin kurulma biçimi ile üreme üreme arasında bir nedensellik ilişkisi belirleyenin üreme olduğu bir ilişki olarak gözlenmiyor. Başka bir deyişle; maddi bir gereksinim, yeniden üretim süreci olarak üremenin biçimi, toplumsal ilişkiler tarafından belirleniyor. Örneğin toplumsal ilişkilerin üremeyi zaruri bir ihtiyaç olarak ahlaken küçümsediği kabilelerde, eşcinsellik görülüyor ve üreme için gerekli karşı cinsle birleşme diken üzerinde gerçekleşiyor.
Keza, evlilik biçimlerindeki farklılık da üreme güdüsünün kendisinin aşk için maddi bir temel olamayacağını gösteriyor. Kimi kabilelerde, anaerkil çokeşlilik, kimilerinde babaerkil çokeşlilik, kimlerinde dönüşümlü birlikte üreme biçimleri (evlilikler) vd. gözlenebiliyor. Örneğin bir kabile, toplumsal düzeni gereği, yaşlı kadınları genç erkeklerle, genç erkekleri yaşlı kadınlarla eşleştiriyor.
Kabilelerin hepsinde gözlenen şey, kabileye ve onun olanaklı kıldığı toplumsal yaşama eşten çok daha fazla değer verildiği yönünde.
Antik-köleci çağ .
Eski Yunan kent devletlerinde insan teki tarihindeki önemli özerklik biçimlerinden birini keşfediyor: yurttaşlık. Fakat bu özerklik hala modern anlamda aşkı olanaklı kılacak bir özerklik değil. Toplumu -ki bu kent devleti yani polis demek- kuran temel birim yurttaş aile babası bir erkek. Kadınlar yurttaş olamıyor. Aile babası erkeklerin eşlerini seçerken kullandıkları kriterler arasında ise aşk bulunmuyor.
Eski Yunanda aşk, dosta duyulan bir bağlılık. Platonun Lysis diyalogunda konu edilen sevgi, bir erkeğin diğerine duyduğu hayranlık ve bağlılıktır. Zaten Platon, sevginin kaynağını araştırdığı bu diyalogda bir sonuca varamaz ya da varmak istemez. Dostluk, aşk, sevgi, birbirinin içinde erimiştir. Yine de yüzyıllar ötesinden parlayan bir sonuç vardır: arzu...
Tek tanrılı Çağ ve Doğu
Tek tanrılı çağda egemen olan feodal düzende, her şey gibi aşkın kaynağı da tanrıdır. Sanırım bu bahsi uzatmaya gerek yok; haz ve elem tanrıya yönelir, Yunuz Emrede olduğu gibi, bütün tasavvufta görüldüğü gibi.
Yine de Baki ve Fuzulinin dizelerindeki güzelin bir kadın olmadığını hatırlatmakta fayda var.
Bu konuda sorunu karmaşıklaştıran kaynak doğudur. Ve doğunun düşünme biçiminin, gerçek ile düşün içiçe geçtiği hakikat varsayımlarının popülerleştirdiği hikayeler. BU hikayelerde modern aşkın temalarına uygun izlekler var. Yine de bunun Tanrıya duyulan aşkın bağlılığın özgül bir tecellisi olarak aklileştirildiğini gözlemleyebiliriz.
Mesela, Ferieddin-i Attar, Mantık Al-Tayrda, öyle hikayeler anlatır ki, -gerçi Sezen Aksu onları bir cümlede özetledi:aşk için ölmeli, aşk o zaman aşk- hikayelerin sonundaki biat olmasa, modern bir insan tekinin kaynaklı etkinliği sanırsınız. Ama Tanrıya biat, herşeyin başlangıcı ve sonu inanışa göre o olduğu için kaçınılmazdır.
Goethe
Modern aşk, kapitalizmle birlikte tarih sahnesine çıktı. Aydınlanmaın özerk kıldığı insan tekleri, Göetheden -Genç Wertherin Acıları- aşk için de ölünebileceğini öğrendiler. Bu feodal eş seçmeden çok farklı bir şeydi: Genç Wertherin Acılarının yarattığı büyük etki (ki, burada bu eseri sembol olarak seçtik, insanlığın estetik üretimi, yazın bu temaya bir bütün olarak yöneldiğinden bu etkiden söz edebiliyoruz), burjuvaların eş seçme davranışında da feodal kastları yakıp yıkmasını olanaklı kılıyordu.
Bütün bir kapitalizm çağı, biraz batılı, biraz doğulu ama esasta değişmeyen şekilde Goethenin tarif ettiği gibi aşk hikayeleri yaratmıştır.
Aşk öldü
Goethenin dehasını mümkün kılan şey, insan tekinin özerkleşmesiydi. Özerkleşme, eş seçme özgürlüğünü de getiriyordu. Tabii, kadınlar ve işçiler bu özerkleşmenin içinde yoktular. Sonradan kendileri tarih sahnesine çıktılar. Ama egemen olan, kapitalizm oldu. Kadınların ve işçilerin hareketi de kültürel olarak egemen etkilere açık oldu.
Bugün kapitalizm iyice çürüdü ve tarihsel olarak yarattığı özerkleşmeyi modern boyundurukluk ilişkileriyle birlikte yok etti. İşte bu kadar basit bir nedenle aşk da öldü. Elbette, kapitalizmin gereksindiği haneyi kuracak etkinlik biçimleri milyarlarca insan arasında devam ediyor, o ayrı...
Başa dönersek
Kısaca yapmaya çalıştığımız şey aşkı tarihsel bir bağlama oturtmaktı. Ancak, bu sorunu çözmeye yetmez. Modern aşk, haz ve elemin çelişik birliği olarak öyle yaşandı ki, gerçekte, tarihselleştirilmesi daha zor olan ve Platonun daha antik çağda keşfettiği bir duygunun önüne geçti: arzu....
Arzu
Filozoflar, aşk üzerine arzu üzerine düşündüklerinden daha az kafa yordular. Bu şu demek: arzu, felsefi derinliği olan bir kavram. Bu derinlik, basitçe insan etkinliği (faaliyeti) ile arzu arasında kurulan nedensellik ilişkisinden doğuyor. Antik Yunan/da Platon ve Aristo başta olmak üzere, arzu, hakikat kadar olmasa da filozofların önemli bir gündemiydi.
Modern düşüncede, aydınlanma karşıtları yani Schopenhauer, Nietzsche, Heidegger çizgisinden post-yapısalcılık ve postmodernizme varan eksen, arzu hakkında çok şey söyledi. Elea Okulu, acıdan kaçınmak kadar, hazdan da uzak durmayı bir yaşam tarzı olarak önermekle yetinmişti. Bu eksen, ahlaki bir öneride bulunmakla başladı (Schopenhauer), sonra dilsel olanı gerçeklik imiş gibi estetize etmekten (Nietzsche), hakikatin dil oyunlarından ibaret olduğu yani olmadığı sonucuna kadar (postmodernizm) vardı.
Bu eksende arzu, neden kaynaklandığı hakkında susulmakla birlikte, insan tekinin etkinliklerinin derinliklerinde olan şey olarak betimlendi. Yapısalcı psikolojinin buna katkısı çoktur. Lacan üzerine konuşacak kadar uzman değilim, sanırım hiçbir aman da olmayacağım ama Lacan basitçe şunu yaptı: insan davranışı ile bilinçaltı arasındaki Freudien ilişkiyi, bilinçaltı ile süperego arasındaki yapısal bir nedensellik ilişkisi olarak yeniden kurdu.
Bu basitçe post-yapısalcıların insan davranışının yapısökümünü yapmalarını kolaylaştırmıştır. Bunun sonucunda, köledeki kölelik arzusunu keşfetmek, hakkaten kaçınılmazdır ve tersten köleyi köle kılan da bu arzudur zaten!
Neyse, onlar hiçbir zaman bu kadar açık konuşmazlar ve ben de hiçbir zaman onlar kadar anlaşılmaz konuşamam. Bu yazının konusu olar da değil ama aşk yerine arzudan söz etmenin daha alamlı olacağını önereceğim için, arzu kavramındaki kirliliğe dikkar çekmek gerekti.
Aslında sadece arzuluyoruz
Nihayet, aslında arzuluyoruz sadece. Arzunun maddi kökeninde de toplumsal ilişkiler var; tarihsel olarak kurulmuş ve insan tekini oluşturan toplumsal ilişkiler. Söz konusu olan bir kadaı ya da bir erkek olduğunda bu arzunun aklileştirilmesi ve estetik yaşantıya dökülmesi aşk oluyor işte.
Arzu, maalesef gerçek ve maddi bir şey. Bundan kastımız arzuyu ortaya çıkaran sürecin maddiliği.Grudrisse'da, bütün bir insanlık tarihinin doğanın insan tarafından temellük edilmesinin tarihi olduğu yazıyor olmalı. Doğanın temellükünün tarihsel biçimleri, bir feodalin şato arzusunu koşulladığı gibi sermayedarın kar arzusunu da, generalin zafer arzusunu da koşullar; inanılmaz gibi ama, sıradan insan teki Ahmet'in Fatma'ya duyduğu arzunun da benze bir tarih-toplumsal belirleme içerdiği açıktır.
Goethe, modern aşkı insanlara vaz ederken çağının yarattığı değerlerin farkında mıydı bilemeyiz. Ama kapitalizmin geldiği aşamada Göethe'nin yazdığı aşkın hastalık olarak nitelendiğini biliyoruz.
Erotomani
Kıta Avrupası ile Anglo-Sakson geleneği arasındaki fark Lacan yorumunda da kendisini gösterdi. İlkinin kuramsal soyutlama eğilimi, Lacan'ı klinik psikiatr olarak düşünmeyi reddetti. İkincisinin faydacı eğilimi, Lacan'ı klinik vakalardaki pratik yararlılığı ile okudu ve geliştirdi.
Hekimlik, pozitif bir bilimdir. Klinik psikiatrlar, artık erotomaniden (aşk hastalığı) söz ediyorlar. Bunun çok çeşitli biçimleri var: karşılıksız (imkansız) aşk sendromu, aşırı bağlanma vs. vs.
Goethe kahramanının bir hasta oılduğunu elbette bilmiyordu; ama biz artık pozitif hekimlik (!) bilimi sayesinde, insan tekinin arzuları ile potansiyelleri arasındaki mesafenin (bunu da ilk Platon gözlemişti) insan tekinin görece özerkliğini yirtirmeden bir çözüme kavuşturulamayacağını biliyoruz: potansiyeliniz arzularınızı dizginlemiyorsa, kaçınılmaz, bir psikşiatra gideceksiniz.
"Sen, benim dostluğumu istemedin"
Naçizane, okuma zahmetine katlandıysanız, okuduğunuz bir otuz yaş yazısı. Arzuları ile potansiyeli arasındaki uçuruma hep şaşırarak bakmış biri elbette hayat hakkında hiçbirşey söyleyebilir. Yine de söz konusu olan arzular olduğunda, içinde yaşadığımız toplumsal ilişkiler tarafından belirlendiğimizi unutmamak, hayatın bize sunduğu küçük armağanları, küçük şenlikleri geri çevirmemek en iyisi gibi görünmektedir. Ölürken yaşadım diyebilmek için.
Nihayet, meşhur filmde baba Baba, cenaze levazımatçısına şöyle der: "Sen, benim dostluğumu istemedin." (SE/EK)