“Bir film çektim, hayatım değişti” Bu cümleyi “Zeytin”* isimli kısa belgesel filmin yönetmenliğini yaptıktan bir süre sonra kendi içimde sık sık tekrar ettim. Bu cümleyi bana kurduran filmin alameti farikasından ve biraz da öncesinden bahsedeyim size;
2022 Temmuz ayı, İstanbul. Nefes almadan çalıştığım zamanlar. Senaryolar, hikâyeler, marketing, filmcilik, görsel sanatçılık…
Elindeki 3-5 tabağı aynı anda uzun çubuklar üzerinde düşürmeden taşımaya çalışan bir cambaza benzetiyorum o zamanki hallerimi. İçimde devamlı büyüdüğünü fark ettiğim kocaman bir boşluk hissiyle de olsa, bir şekilde o tabakları kırıp dökmeden yoluma devam etmeye çalışıyorum. Sonrasında bir telefon alıyorum.
Arayan, İstanbul Modern Sinema Küratörü Müge Turan’ın önerisi ile bana ulaşan, Milkİst kurucusu Birnur Birtane. Tarımda kadın emeğinin binlerce yıllık beden dilini performans sanatı ile birleştiren, zeytin çiftçisi 6 kadını odağına alan bir kısa belgesel film için kolları sıvadığını ve yönetmen olarak beni düşündüğünü anlatıyor.
Hayatta en sevdiğim ağaç; zeytin. Her zaman zeytinle ilgili bir şeyler yapmak istedim ama hayata geçirmek için doğru zamanı ve koşulları bulamadım.
Bunun bir anlamı olmalı diyorum kendi kendime. 2 ay boyunca art arda toplantılar ve titizlikle yaptığımız çalışmalardan sonra nihayet sahaya çıkıyoruz.
Performans sanatçısı Ekin Bernay, görüntü yönetmeni Tolgahan Tombaş, yapımcımız Birnur Birtane ve annesi Nurudil Temel yani bizim Nunu’muz ile beraber 5 kişilik küçük bir ekibiz. Şehir şehir, ilçe ilçe zeytinliklerde çekimler yapıyor, 6 muhteşem kadının hayatına tanıklık ediyoruz.
İlk durak Mardin’in Dara ilçesi. İlk başlangıcı Nurşan’la yapıyoruz. Nurşan adeta bir star gibi. Toprağa, ağaçlara, doğanın döngüsüne, çocuklara, geçmişe, geleceğe ve bugüne yaklaşımı öylesine derin ve hassas ki, dinlerken bunun gerçek bir bilgelik olduğunu anlamamak mümkün değil. Kendinden eminliğini, yaptığı işe sımsıkı sarılışı ve her zerrenin hakkını verişi bendeki cesaretin ilk fişeğini ateşlemeye yetiyor. O gün anlıyorum hayatımda bir şeylerin geri dönülmez şekilde değişeceğini. Sadece Nurşan değil, bu hissi çekim yaptığımız neredeyse tüm kadınlarda eşit şekilde hissediyorum. Nurşan, Ayşe, Huri, Beyza, Havva, Gamze…
O zamana kadar annemden görüp öğrendiğim ama pratiğe geçirmekte yetersiz kaldığım ne varsa bu altı kadınla beraber duygularımın sağlamasını yapma fırsatı buluyorum.
Bu kadınları benim hayatımda özel kılan en büyük ortak noktaları; doğayla kurdukları katıksız ilişkileri. Bir insanla bir ağacın aynı kıymette olduğunu kitaplardan ya da filmlerden değil, yaşayarak, deneyimleyerek öğrenmiş olmaları. Pek tabii, bu yaşam pratikleri sözlerine de sirayet ediyor;
Huri: “İki tane oğlum var, üçüncüsü de zeytin.”
Ayşe: “Zeytinleri toplarken, onların saçlarını tararmış gibi hayal ediyoruz.”
Beyza: “Zeytin ağacı, yapılan bütün kötü hareketleri hep içine atıp, dışarı güzelliklerini sunmaya çalışan bir ağaç. Yeşil ve yeşil olmaya devam ediyor. Ben de öyle. Hep yaşadığım sorunları, mücadelemi içime atmaya çalıştım.”
Nurşan: “Onun da yorgun bir bedeni var, kim bilir kaç senelik ağaç. Kim bilir ne zorlu kışları var. İnsanlar mı hep yorgun?”
Gamze: “Zeytin; yol arkadaşım. Sen ve ben var olduğumuz sürece, bu hayat hep var olacak.”
Havva: “Ağaç. Evlat gibi değerli. Çünkü emeği aynı.”
Her insan gibi benim de hayatta sonunu bildiğim tek bir şey var; o da bir gün öleceğim gerçeği. Bir gün altına gireceğime emin olduğum o toprağın üstüne hiçbir katkım olmamıştı o zamana dek. Bir sineğin bile ağaçların döllenmesine sunduğu katkıyı düşününce, doğaya bir sinek kadar katkım olmadığı gerçeği ile yüzleştim.
Beni hayatta tutan besinleri bana sunan, tüm kâinatın köklerini birbirine bağlayıp üstünde renk renk çiçekler açtıran, beni hayatta tuttuğu gibi öleceğim zaman bedenimi tek kucaklayacak olan da yine toprak.
Bu günlerde herkesin diline pelesenk olmuş bir tanım var ya hani; “alma verme dengesi”. İşte tam da bundan bahsediyorum. Ta ki Zeytin filminin çekimlerine başlayana dek, topraktan bugüne dek sadece aldığımı, ancak buna karşılık hiçbir şey vermediğimi düşünmeye başladım. Onun da haklı olarak benden söke söke aldığı bir şey vardı: “köklenme duygusu”.
Köklenmek ve aidiyet hissetmekle ilgili astrologların, kişisel gelişim koçlarının ve bilumum şifacıların kapılarını aşındıranların sayısı hayli çok.
Göbeklitepe’de yapılan garip ayinler mi dersiniz, aile - sülale dizilimleri mi, yoksa ağlama seansları mı? Barış Bıçakçı’nın 2004 yılında yazdığı kitabının adı geldi aklıma; “Bizim Büyük Çaresizliğimiz”. Çaresiz, kafası kesik tavuk gibi oradan oraya kendini savuran, bir kurtarıcının hayali peşinde yığınlar… Büyük çoğunluğunun hedefi aynı yönde; hızlıca sonuca, yani anlık hazza ulaşmak.
Benden bir önceki kuşaklardan itibaren “köklenemiyorum” diyen kimseye rastlamadım. Kendi gözlemimle, şehirlerde yaşayan ve 50’sinin altında olan herkes, yani bizler, kendimizi bu dünyaya sığdıramayan bir nesiliz.
Kolektif hafızadan kopuşumuz, tek başımıza dünyaları devireceğim zannederek en sonunda mutsuzluktan yerle yeksan olduğumuz sayısız anlar. Nasıl oluyor da bu kadar çalışıp üretirken bir türlü tatmin olamıyor, bir türlü kendimi bir yere sığdıramıyordum?
Zeytin’le beraber asıl sorunumun köklenememek değil, yanlış toprağa kök salmaya çalıştığım için bir türlü yeşeremediğimi idrak ettim.
Toprağımı değiştirdim, ayrık otlarını temizledim, çapaladım, suladım. Yerimi değiştirip yüzümü güneşe döndükçe kendimi ve etrafımı nasıl çiçeklendirdiğime tanık oldum. Bazen çok sert kasırgalar vurdu ve ara ara şiddeti azalsa da vurmaya devam edecektir. Doğa bu. Yarını bilinmez. Ama doğanın için de bunun da var olduğunu kabullenmek, eşsiz bir hafiflik duygusu.
Annem, Birnur, Nurşan, Havva, Ayşe, Gamze, Huri, Beyza ve toprakla uğraşan tanıdığım ne kadar insan varsa hepsinin bazı ortak yönlerinden bahsedeceğim.
“Sabır” ilk öncelik. Bazen sen elinden gelenin en iyisini de yapsan, bir sel, bir afet gelir ve o senenin tüm emeğini süpürüp götürür. Bir sonraki sene için en güzelini umut ederek yine emek vermeni sağlayacak o şeyin adı sabırdır.
Güneş doğmadan ya da en geç güneşle birlikte güne başlamak. Altın saatleri yakalayamazsan döngü kırılır, işin bereketi kaçar. Bir ağaç hastalandığında kendi çocuğun hastalanmışçasına iyileştirmek için çare aramak.
Tapusu sana ait de olsa o bahçenin bu dünyanın parçası olduğunu unutmamak ve bu bilinçle üretmek. Soğuk sıcak dinlemeden toprağın hakkını vermek yani otları ayıklamak, havalandırmak, ekmek, biçmek, budamak, sulamak, kısacası her şeyi vaktiyle en iyi şekilde yapmak.
Bitirmeden önce, Zeytin filminin karakterlerinden biri olan Havva’dan bahsetmek istiyorum. Havva Rize’den Balıkesir Erdek’e gelin gitmiş, kimlik yaşı 60’larına yakın, beden sağlığı ve gücü 20’lik genç kızlara taş çıkaracak türden bir amazon kadını. Ekin’in ona birebir uyguladığı dans terapisinin ve ardından kamera karşısında doğaçlama yaptığı hareketlerin Havva’ya kendisini nasıl hissettirdiğini sordum;
“Yorgunluğumu, bedenimin yorulduğunu, gerçekten azimle çalıştığımı ve gençliğimi. Çay toplayışım; Rize’deki 15 yaşındaki genç kızlık halim. Çocukların birini ayağımda, birini salıncakta aynı anda sallamam. Ve şu kökleri kazarak ektiğim, hayatım. Gerçekten kendi hayatım. Hepsi. Yani, Havva yine çok mutlu.”
Hakkıyla yapılan bir işin ve hakkını vererek yaşanan bir hayatın ne darbe gelirse gelsin sarsılmaz bir memnuniyetle beraber insana devam etme gücü sağladığını öğrendim. Bunu bana öğreten toprağa, doğaya ve bu gerçeği bana öğreten tüm kadınlara şükranlarımla…
Zeytin – 2023 – Yönetmen: Kıvılcım Akay – Yapım: Milkİst
(KA/EMK)