“Ruh tatlıdır, can tatlıdır. Yüz yıl da dünyada kalsan, altın ve gümüşün bol da olsa, bir gece muratsız bir kabrin misafiri olursun. Karanlık kabir evimizdir. Mendo, ağlama. Faydasızdır. Kapkaranlık o kabir, evimizdir. Kimse kendi gönlünü dünyayla hoş etmesin. Biz öleceğiz. Yeter ki dünyada kırık kalp bırakmayalım.” – Eda Mahdo*
Bu dünyadan bir Eda Mahdo geçmiş, bu sözleri ardında bırakmış. Dengbêjmiş. Hem de neredeyse 100 yaşındaymış bu diyardan göçüp gittiğinde. Sesiyle hem yasın hem neşenin hem de direnişin eşlikçisi, hafızası olmuş. Bense varlığından ancak ölümünü duyuran bir haberle farkında olmuşum; “Toplumun ruhunu iyileştiren kadına veda”*. Geç bir tanışıklık ama hiç olmamasından iyidir. Hayatta değilken bile ardında bıraktığı sözleriyle bir ruha şifa vereceğini ve ruhunun ölümsüzleşeceğini yaşarken düşünür müydü acaba?

13 yıl önce vefat eden büyükbabamı ve ondan bir yıl önce vefat eden anneannemi düşünüyorum da, kaybettiğim tek şey bedenleri olmuş. Artık onlara ne sarılabilir ne karşılıklı sohbet edebilir ne de bir masanın etrafında aynı yemeğin tadına varabilirim. Her ikisinin de ölümlerinden kısa bir süre sonra, onları düşünürken yüzüme nasıl bir ifadenin konduğunu idrak ettim. Dedemle ilgili bir anım aklıma geldiğinde, dünyanın en güzel gülümsemesi yüzüme yerleşiyordu. Bir anda dünya güzelleşiyor, kalbim ısınıyordu. Hâlâ da öyle. Sıra anneanneme geldiğinde yüzüme benzer bir gülümsenin yerleştiğini hatırlıyorum. Şimdi bile. Daha mağrur da olsa bu gülümseme, kol kanat geren bir gücün, bilgeliğin, doğaya aitliğin, kabullenişin gülümseyişi. Hiçbiri ardında kayda değer bir mal mülk bırakmamıştı. Her hatırlandıklarında sevenlerinin yüzünde bıraktıkları gülümsemelerin en büyük miras olduğunu bilsinler isterdim. Hiçbir arsanın, binanın ya da kabarık bir banka hesabının yerini dolduramayacağı o gülümsemelere çok şey borçluyum.
Her şey ama her şey bize artık sonsuza dek yaşayacakmışızcasına vaat edilmiyor mu? Yaşlanmaktan, daha az görünür olmaktan ve en fenası da unutulmaktan delirircesine korktuğumuz bu dünyada, ta ki tüketilecek hiçbir şey kalmayıncaya dek tüketeceğiz. Yazgımız bu. Kendi ellerimizle yazdığımız. Bilimkurgu filmlerine artık hayret etmiyoruz. Bir insanın beynini dijital bir buluta yüklemek, fiziki ölümünden sonra o beyni başka bir bedene transfer ederek yüzlerce yıl yaşamasını sağlamak gibi fikirleri artık normal sayıyoruz.
Bu yazıyı yazdığım sırada en yakın dostlarımdan birinin babasının vefat haberini aldım. Ölüme, ölümlüğe dair yazım, bir ölüm haberiyle yarım kalmıştı. Ölümün kendisi ölümlülükten bile keskin. Aniden her şeyi durdurabilecek, yeryüzündeki tek gerçek.

Henüz beş gün önce kaybettiğimiz Muzaffer amcayı hatırlıyorum da aklından hiç kötülük geçmeyen insanlar vardır ya hani, tam da öyle bir insandı. Aklıma yüzü geldiğinde yüzüme hüzünlü bir gülümseme oturuyor. Zamanla hüznü hafifleyecek, gülümsemesi kalacak. Yaşarken bir gün ölürse eğer, hatırlandığında sevenlerinin yüzünde nasıl bir ifade bırakacağını biliyor muydu acaba? O da bilsin isterdim. Artık bu alemde olmayan; fakat her hatırladığımda yüzüme gülüşünü miras bırakan tüm sevdiklerim gibi. Eda Mahdo’nun, anneannemin, büyükbabamın, Muzaffer amcanın ya da giderken bu dünyada sevdiklerine güzel bir gülümseme bırakmış tüm insanların ortak noktaları ne olabilirdi diye düşündüm. Belki de her biri ölümlü olduğunun idrakinde, yarın ölecekmiş gibi insan-ı kâmil bir ruha erişmiştiler.
Gariptir ki, ölümsüzlük hülyası artık sadece kralların, ferman yazan padişahların ya da diktatörlerin tekelinde değil. Biz sıradan insanlar da ölümlü olduğumuzu unuttuk. Ta ki bir yakınımızı kaybedince yeniden hatırlarken buluyoruz kendimizi. Sızısı hafifleyince birkaç güne yeniden ölümsüzlük ateşinde dansa duruyoruz. Bir de asla ve kat’a ölmeyeceğini düşünen, bu yakıcı duyguyu ardına alıp dünyayı yangın yerine çeviren bugünün hükümdarları geliyor aklıma. O an ister istemez Boris Vian’ın o pek sevdiğim kitabının bıçak gibi sert ismini hatırlıyorum; “Mezarlarınıza Tüküreceğim”. Çok merak ediyorum, dünyayı kana ve yasa bulayanlar, hırstan ve kibirden gözü dönmüşler ve sevgiden hatta güzel olan her şeyden bihaber olanlar, yarın öleceklerini bilseler, yine de tozu dumana katmaya böylesine hevesli olurlar mıydı? Sanmam.
Peki biz sıradan insanlar? Sahi, hiç düşündün mü; yarın öleceğini bilsen kalp mi kırardın, yoksa bir kalbi mi kucaklardın?
* Eda Mahdo: Eda Mahdo’nun tam doğum tarihi bilinmese de 1925-1930 yılları arasında Urfa’nın Viranşehir ilçesine bağlı Burç köyüne bağlı Kevirbelê mezrasında dünyaya geldiği tahmin ediliyor. Çocuk yaşta anne ve babasını kaybeden Mahdo, bu kayıpların ardından Kuzey ve Doğu Suriye’nin Serekaniye kentinde akrabalarının yanında büyüdü. Evlendikten sonra Viranşehir’in Burç ve Baluç köylerinde yaşadı. 1980’lerin sonunda ailesiyle birlikte Almanya’ya göç eden Mahdo, Bremen ve Wilhelmshaven kentlerinde yaşamını sürdürdü. Her fırsatta memleketini ziyaret etti, Burç köyünde bir ev yaptırarak bağını koparmadı. Dengbêjlik geleneği genellikle erkeklerle özdeşleştirilmeye çalışılsa da Mahdo gelinlik yaşlarında divanlara girerek bu tabu alanı yıktı. Erkeklerin oturduğu divanlarda kilam söyleyen bir kadın olarak kendi yolunu açtı. Böylece Kürt sözlü edebiyatında nadir görülen kadın dengbêjlerden biri olarak anıldı. (Kaynak: İlke TV)
** https://ilketv.com.tr/dengbej-eda-mahdo-toplumun-ruhunu-iyilestiren-kadina-son-veda/
(KA/TY)







