“Kimse yoğurmuyor bizi yeniden topraktan ve çamurdan
kimse sözünü etmiyor tozlarımızın.
Kimse.”
Paul Celan
Doğumla ölüm arasında kalana ömür demişler. Başlatan ve bitiren. Başladığı an, biteceği belli olan. Ömür bölünmüş, parçalarına zaman imlenmiş. Yeryüzüne düşen sabahların idrakı gecedenmiş, öğrenilmiş. Günler, aylar dönmüş; mevsimlere yıllar eklenmiş. Her şeye bir neden sorulmuş, her neden bir cevaba muhtaçmış. Dünya ezberlemiş, insan bilmiş.
Söz, doğumun kırkına çıkınca cümle, ölümün kırkından toprağa düşünce ses olmuş. Kadim ağaçların lisanına, tedirgin suların akıp gittiği kuyuya, hevesinden sorumlu ruhların arşa değdiği göğün meçhulüne, hayatın sayfasına yazılanları bir göz işaretiyle silen yağmurun meşgalesine muhtaç insanın aklı olana bitene ermemiş.
Kuvvetinden çekindiği dünyanın hesabını yolun kenarına, pencerenin pervazına, çiçeğin tomurcuğuna, toprağın müstakil karanlığına, bir kapıya, bir şehre, bir eve, sıvası dökülmüş yalnız duvara, pürüzsüz kağıdın üzerinde mürekkeplenen kaleme “ah” edip bırakmış. Belki bu yüzden doğumların odası kalabalık, ölümlerin mekanı tenha; bekleyişlerin sabrı kırık, terk edilişlerin uğultusu parçalıymış. Duyanın duymaktan korktuğu, yaşayanın yaşamaktan ürktükleri tozla toprağın arasında sararıp solmuş. Dermanını kendisinde aramış insan. Ağlamış da doğmuş. Yaşarken yorulmuş. Evsizliği yalnızlığından, kalabalığı çaresiz kaldıklarından…
Yaşam çınar ağacına yaprak olmuş, ölüm servi ağacına yol. Serçelerden sorulmuş suya edilen duanın sesi. Hele yaşarken öldürenler yok mu insanı, yaprakları yürüdüğü yollara dökmüş, kaderi günahından arındırmış. Kalbin ezilmesi hep bundan. Yaşamın muammasına telafi olacaksa hatıraları incitilenler, unutmamak akıldaki iz. Sebebi yastan bilinmiş, adının mıh gibi akılda tutulması kapının önüne bırakılan o bir çift ayakkabının yaşamın esaretine hürmetindenmiş.
İşte, bir zamanlar kaybolan cümlelerin, duyulmayan seslerin, unutulan sözlerin bölük pörçük hatırlandığı, adı dünya olan yer; yaşanacakların hepsinden mesul insanı kılmış. Kapı aralanmış, taze naftalin kokusuna lavantanın rayihası eklenmiş ve insan, kendi ömrünün arada kalmışlığının kerametini anlatıp durmuş: “Sır avucumdan derime, derimden ruhuma, ruhumdan kalbime yürüdü.
Sahibinin bile hatırlamadığı yara izleri
Bir duanın iki dudak arasından düşüşü, fısıltıyla, kimseler duymasın diye değildir. Adı geçirilenin, anımsanının, özlenenin, beklenenin, kavuşulamayacak olanın kulağına değsin istenir sadece. Öyküler de biraz böyledir. Yazılmaktan öte anlatılıyorsa eğer, özlemin doldurduğu boşluğun genişliği gibi ihtiyacı olanın kulağında kalır. Dua misali. Yas, yaşamın sebebi değildir elbet. İnsanın yaşadıklarını ve kaybettiklerini yutup öğüten geçmişin yaslı olmasının ifadesi ise gelecek denen bilinmez, anlatıldıkça sağaltan şey ortak kimi duyguların farklı insanlardaki tahayyülüdür.
Ali Cüneyd Kılcıoğu, "Yas Orkestrası" kitabındaki öyküleri ile esasen ortak ve bilindik bir hafızanın ve pek tabii hissedişlerin, kayıpların, bekleyişlerin ardındaki sabıra, kalp kırıklığına, kavrayışa, tahammüle bir ilmek atar. Boğum boğum düğümleri çözmek için ne kadar uğraşırsak, açıldığı andaki nefes alışımızın hikmeti bizden sorulur. Tıpkı o nefesin gücü gibi, her öykü arasında verdiğiniz ara, kişisel belleğinizin arka odalarına geliş gidişlerinizle biçimlenir. Yas, yazar anlatırken ölümün doğumu yok edişinden ibaret kalmaz. Unutmakla hatırlamak arasında parçalanan ve örselenen her ne varsa öğrendiklerinize ve deneyimlediklerinize içkin, büyük bir orkestranın arasında dile getirilir. Bir adım öne çıkma sırası kimdeyse onun hayatına ait ezginin sesi duyulur.
“Hatırlıyorum. Belleğimin içinde anılar, el ele tutuşmuş çocuklar gibi… Biri elini bıraksa kaybolacaklar. Zaman aşındırır aklı. Aşındıkça, çocuklar teker teker kaybolur aklın içinde. Kayboldukça her şey eksik hatırlanır, hatırlanan ezilir. …Yas, eksikliğidir hafızanın… Bir şekilde hayat devam eder, o eksiklikle. Bütün sandığımız her şey bir başka bütünün eksiği…”
Ali Cüneyt Kılcıoğlu, yas denen yekpare siyah bütünlüğü mekan ve zaman arasında parçalar. Mekanın dile geldiği anlar, zamanın susturduğu insanlarla birleşir. Yazar, varoluşun bir güç ve zafer olmasından çok, kaybedilenlerle yeniden biçimlendirilen kendi olma haline evrilişini anlamla harmanlar.
Öykülerin anlam katmanlarını oluşturan müzik, edebiyat, maniler, dualar, dinlerarası mitlerden örnekler, inanışlar yerli yerinde kullanılarak, dikte etmeden ve yormadan, okurun yaşadıklarına veyahut tanık olduklarına eklenir. Geçmiş, belirgindir; gelecek ise öykünün sonunda karakterinin tercihinden mesuldur. Her öyküde birbirinden farklı karakterlerin iç döküşleri, yazarın sesinden ve sözünden azade, anlatının, mekanın, zamanın ve yaşamın ortasında güçlü bir ses ve söz ile donanır. Dünyanın geçici büyüsüne yasın ağırlığı gelip yerleşince yazar, kara mizahı, ateşlenen kalbin üstüne konan ıslak bez gibi yerleştirir.
Kader ve keder, öykü karakterlerinin yaşadıkları ve deneyimleri, unutulmuşlukları ve terk edilmişlikleri, ölümleri ve yaşamları, aidiyetleri ve varoluşları arasındaki kaçıştan; yer yer iyimser olmayan duygularından, utançlarından, eksik bırakılmışlıklarından, arayışlarından muhtevalanır. İnsanın karanlık yanlarının ve arazlarının yansıdığı sırı eskimiş aynalar tevekkülü öylesine besler ki kader, tuttuğu yasın gücüyle sabitlenir.
Ali Cüneyd Kılcıoğlu her öyküsünde, insanın kendiyle olan bu çatışmalı haline, hayatın o tiyatro sahnesi uzamını da ekler. Tiyatro oyun yazarı olmasının öykülerini beslediği ard alan, hayatın tekinsiz ve boşluksuz yanlarından, farklı inanışlardan, tercihlerden ve yönelimlerden beslenir.
“Yasın sırrını, aynanın arkasındaki sırı, elime, avuçlarıma dökecekti varla yok arasındakini… Tevhid, iki ayna arasındaki elmadır. Babaannemle benim aramdaki sonsuz sayıda gerçekliğin tekilliği. Sır olmazsa ayna olur muydu, kendimizi seyredebilir miydik?”
Öykülerinin anlatıcıları yorulmaz. Unuttuklarını hatırlar. Hatırlamak istediklerini ise ansızın unutuverir. Bu ikircikli hal, insanın masum kalan yanına nazik bir atıf, örselenmiş tarafına ince dokunuştur aslında. Hatırladıkça incinen hayatlarının yasını dilleri döndüğünce, nefesleri yettiğince soğuturlar.
Mekan, tam da bu anlarda Ali Cüneyd Kılcıoğlu’nun öykülerinde canlanır. Ev, sokak, bahçe, park, köy, kahve, şehir, ülke, türbe, cami ve hayatın dekoru olan ne varsa kendi öznelliğinde yaşar. Tıpkı yası tutan bedenin ve ruhun ayrı ayrı parçalanışı gibi eşyaların ve yerlerin eskiyen tarafları, öykülerin her aşamasına tanıktır. Nesneler ve özneler yazarın anlatısında sürekli hareket halindeyken, yaşam ve ölüm, kayıp ve arayış korkunun soluğunu öykülerin karakterlerine hissettirendir. Dilin ve üslubun birbirine göz kulak olan netliği ve aşındırılmamış hali, yasın hakikatini açık köşe bırakmadan doldurur.
Yas ölümden sebep biçare değildir yalnızca. Mezarlıktaki bir mersin dalının sardığı; sevdasına vuslat olamayanın çaresizliğidir kimi zaman ya da bir travestinin çocukluk fotoğrafındaki sünnet çocuğu için kanayan ruhu, veya bir annenin failini bulamadığı oğlunun diline doladığı hasreti… Ali Cüneyd Kılcıoğlu’nun öykülerinin kerameti dünyadır; dünyanın tartısı da insan. On beş öyküde dünya ezberlemiş, insan bilmiş. Söz, doğumun kırkına çıkınca cümle, ölümün kırkından toprağa düşünce ses olmuş. Kapı aralanmış, taze naftalin kokusuna lavantanın rayihası eklenmiş ve insan, kendi ömrünün arada kalmışlığının kerametini anlatıp durmuş ve öykü şöyle başlamış:
“Eziyet tohumu ektim saksının en dibine, bastırdım, burdum kök vermesin diye, ne yaptımsa olmadı, tohum çatladı, filizi çıktı, şimdi tüm salonumu kapladı ve bana eziyet eden o işte. Şarkla garbın ortasında kalıveren küçük bir kız gibiyim, ikisi de birbirinin katili." (FD/NV)
* Yas Orkestrası, Ali Cüneyd Kılcıoğlu, Sel Yayınları, 2017, 158 sayfa.