Bu yazıda çok kişisel, çok kamusal, çok politik, çok mahrem, çok acı, bila istisna kaçınılmaz bir konudan söz edeceğim: Hastalık ve ölüm. Ancak felsefi bir yaklaşımın meselenin yurttaşlığa dair can yakıcı detaylarını gölgelemesine izin vermemeye çalışarak...
Ruhun kavrayış alanındaki üstünlüğüne, vücudun gelip geçiciliğine düşünsel bir geçerlik kazandıran batı modernizmi "hasta" olanı "sağlıklı" olandan ayıralı, hastalığı bir sağlık, sıhhat yokluğuna indirgediğinden bu yana çok zaman geçti... Ancak bu anlayışın özellikle modernleşme sürecini, sanki yaşamak zorundaymış gibi, dar ve kötü bir kumaştan bir elbise gibi giymeye çalışan toplumlardaki tezahürleri göz ardı edilemez. Çünkü, devlet kurumu haline gelen ya da özel işyerleri olan klinikler ölü bir vücudu morga kaldırmayı iyi biliyorlar ancak ölüm fikriyle ne yapacaklarını hiç bilmiyorlar. Cahiller basbayağı. Ve işin hakikaten en acıklı yanı; ölüme henüz uzak olduğunu düşünenler, bir sevgili yakının ölümü ve uzantılarıyla karşılaşana kadar bu sakarlık ve ne yapacağını bilemezlikle barışık yaşayıp gidiyor.
Bana bu cümleleri kurduran, babamın acılı ölümünü izledikten sonra, sefillik içermeyen bir ölümün belki de iyi bir yaşam sürmekten daha önemli olduğunu anlamamdır. Ölmekten daha az korkup, nasıl öleceğime dair daha çok endişelenmeye başlamamdır.Buraya kadar "edebiyat-felsefe" yaptım, şimdi size, 22 Temmuz 2009'da başlayıp 5 Eylül 2009'da biten bir ölüme yürüyüş hikayesi anlatacağım, bizim deneyimlediğimizden çok daha zorlu, acılı ve uzun süren ölümler olduğunu unutmayarak elbette.
Bundan 11 yıl önce babam bir habis tümörden operasyonla arındırıldı, kısa süreli bir kemoterapi tedavisi gördü. O dönemde kendisini ameliyat eden ve hızla sağlığına kavuşmasında büyük katkısı olan ve bu ameliyattan bir iki yıl sonra ölen cerrahı daima minnetle anıyorum. Neyse, babam bunun üzerine 10 yıl daha yaşadı. Üstelik durumunun her an kritikleşebileceğini düşünmeden ve tabii son yıllarda kontrollerini aksatarak.
Geçtiğimiz yazın ortalarında babacığımda hızlı bir kilo kaybı, sararma, unutanlık, dikkat dağınıklığı, mide bulantısı, yüzünde garip bir çekilme ortaya çıktı. Bir özel hastanenin para öğütücü çarklarına dahil olacak gücümüz yoktu. Babamın artık haytta olmayan doktorunun hocalık yaptığı üniversite hastanesinde genel cerrahi servisinde inanılmaz bir sıra ve kalabalık vardı ve babamın başka birçok hasta gibi, değil ayakta duracak, oturacak bile hali yoktu; meğer ölüyormuş zaten.
11 yıl önce babam ameliyat edildikten sonra dikişlerini alan asistanı bulduk, o da aynı üniversite hastanesinde artık doçent olmuş. Bizim onun oradaki odasına ulaşmamız, başkalarının ulaşamaması da bir haksızlık tabii... Odasının kapısında bir süre bekledik ve sonra içeri aldı. Biz durumumuzu anlatmaya girişmiştik ki "geç bakalım" buyurdu babama... Neyse ses çıkarmadım. Kliniğin doğuşu ve yükselişi: Hastaların oto tamiri ustasının çırağı muamelesi görmesi.
Babamın durumunun çok parlak olmadığı odadaki atmosferden anlaşılıyordu. Tomografi talep etti doktor ve bir hastane önerdi. Orada SGK geçerliydi üstelik. Gittik babamla. Ben olmasam sırada onun için bekleyecek, kayıt yaptıracak birisi olmasa ne yapacaktı bilmiyorum... Kötü durumdaki ve yalnız hastalar merdivenler ve uzun patikalarla birbirine bağlanan üniteler arasındaki kuyruklarda ne yapıyorlar bilmiyorum. Tomografi sonucu: Karaciğer metastazı.
Doktoru bir ara yalnız yakalayıp sordum durumun ne olduğunu. "Babanız 70 yaşına gelmiş, sizin gibi bir evlat yetiştirmiş, bakalım..." gibi bir cümle kurdu. Bu cümleden ölüyor olduğunu mu anlamam gerekirdi? Bir doktor bir hastanın hayatının artık bir noktaya vardığını ima ederse buradan az zamanının kaldığını mı anlamalıyız? Böyle çıkarımlara mı kalır işimiz? "Nedir yani ölecek mi?" diye sordum. Bilmem işareti yaptı ve çıktım oradan.
Ama tomografi yetmeyecekti, başka bir tetkik daha gerekliydi, metastazın bütün tutulum alanlarını görmek için. Bu da günlerce verilen günü beklemek, daha sonra babamın sıkıntılı saatler geçirmesi demek oldu. Sonra bu raporun görüntüleme uzmanlarınca yorumlanması için raporu o birime götürdüm. Eğer bizim doçent doktor araya girmese bu da haftalarca sürebilirdi. Bu arada babam evde haber bekliyor. Sükunetini bozmuyor, kimselere çelebilikte kusur etmiyor. Bana çok güveniyor. Gözlerindeki sarı perde koyulaşıyor. Artık hep yatıyor. Kan kusacağı güne az kaldı.
Bu görüntüleme biriminde rapor hakkında bilgi edinmek de epey sancılı oluyor, ucu açık bir bekleme süreci... Rapor hakkındaki kanaati beyan edecek genç asistan koridorun sonunda görünüyor, önüne atılıyor insanlar (haklılar, acı çekiyorlar, can derdindeler), azarlanıyorlar, ben azarlanmamanın yolunu keşfettim. Bir köşede durmak ve beklemek ve göz teması kurmak. Raporu bana teslim etmek üzere geliyor ve "Hastanın zamanı çok az, yapacak bir şey yok gibi, yine de onkologlar karar verecek" diyor. O sırada yaşadığım yıkıntıya hiç girmeyeceğim. Konu o değil. Yalnızca bir açıklama için haftalarca bekledim, sordum, bir yanıt bekledim ve sonra hiç beklemediğim bir anda aniden bu bilgiyle karşılaştım. Hastaların önemli bir kısmı bu haberi kendileri duyuyorlar üstelik ya da bir bölümü de hiçbirşey duymuyorlar. Tamamen o sırada iletişimde olduğunuz doktorun kişisel eğilimleri, tavrına bağlı bu. Sonra eğer şanslıysanız, hastanız komaya giriyor ve yoğun bakıma bir daha oradan çıkmamak üzere giriyor.
Bir devlet hastanesine, yoğun bakıma kabul edilmenin şartı ölmek üzere olmak, ağzından, makatından kan dökülmesi, acı çekmek, yemek yiyememek değil; komaya girmek. Babamın ölmekte olduğunu kesin olarak duyduktan sonra onunla bir aya yakın bir zaman geçirdik. Hiç uyumadım. Çok ağladım. Uykusunda ölsün istedim. Ondan hep kaçtım. Başbaşa, yüz yüze, göz göze kalmaktan deli gibi kaçtım. Gece ağrısının tutmasından ve ağrı kesicilerin etkisiz kalmasından deli gibi korktum. Babama gerçeği söylemek mi iyiydi söylememek mi bu konuda kimseden bir tavsiye alamadım. Annemi dinledim, söylemedik. Ama sanki söylememek bizim korkaklığımızdı. Belki de bir diyeceği olurdu. Öleceğini anlıyordu besbelli, ama o kadar karışık bir durum ki o, öleceğini anlamak istemiyordu belki de. Vedalaşmamız gerekiyor muydu. Vedalaşabilir miydim?
Modern tıp ve onun kurumları hastamızı ve ölümüzü elimizden alıyor, cihazlara, gasilhanelere, morglara sokuyor.... Ancak henüz gerçekleşmemiş bir ölüm, "karaciğerinizde tutulma var" cümlesiyle birlikte koltuğunuzun altına sıkıştırılıyor... Çok mu zor, çok mu külfetli ölümcül hastalar ve onların yakınlarıyla bir iletişim birimi olması? Hastalığın sağlıklı olmamak sağlığını kaybetmek, dolayısıyla çürüğe çıkmak demek olduğu bir modern dünyada bile olsak, geri dönülemeyecek kadar hasar almış gemilerin kapalı tersanelerde gururlarının korunması gibi, ölecek olanların da şaşkınlığı dört duvar arasında oyalanamaz mı? Ölümü, ölüyü, ölmeyi kendi alanı gibi görmeyen bir tıp artık insanlara yardım idiasını taşıyamaz... Babasının ölüsünün yanına kızını sokmayan bir din gasilhanenin kanunu olamaz... (NZ/EK)