* Fotoğraflar: MUBI.
Yunan Yeni Dalga sineması, Yunanistan'da özellikle 2009 yılından sonra daha yakıcı bir hâl alan ekonomik krizle beraber şekillenen ve bireyin, esasen id'in ön plana çıktığı bir akım.
Akım, bireyin en ilkel, bazen de kötücül yanlarını ortaya çıkararak yalın bir şekilde izleyiciye aktarmasıyla ünlü. İzleyiciye aktarımı ise genelde rahatsız edici, karın ağrıtıcı. Akımın önemli temsilcilerinden biri ise Yorgos Lanthimos.
1973 doğumlu Yunanistanlı yapımcı, senarist ve yönetmen Lanthimos'u çok konuşulan filmlerden The Lobster'dan (Istakoz) hatırlayabilirsiniz veya biraz daha öncesine gidersek Dogtooth (Köpek Dişi) filminden. Son filmlerinden biri olan The Killing of a Sacred Deer (Kutsal Geyiğin Ölümü) ile 2017 Cannes Film Festivali'nde "En İyi Senaryo" ödülünü alan yönetmen, reklamlarla parlatılan gişe filmlerinden hayli uzak sinemasıyla kendisine ayrı bir izleyici kitlesi yarattı.
Yönetmen, Köpek Dişi'nde dış dünyadan izole bir aileyi ele alıyordu. Diğer uzun metrajı Istakoz'da ise modern dünya içinde sıkışıp kalmış bireye mercek tutuyordu. Istakoz'da yalnızlara ve yalnızlık üzerine hizmet veren bir kuruluş vardı. İnsanlar "çift/eş" bulmak için bu kuruluşun programına kaydoluyor ve onlara tanınan zaman içerisinde kendilerine uygun bir eş seçiyorlardı. Programda başarısız olanlar, ömür boyu onun gibi yaşamak istedikleri bir hayvana dönüşüyorlardı.
Yalnızlık
Filmde ikili ilişkilerdeki baskı, psikolojik/fiziksel şiddet ve evlilik kurumundaki temel sorunlar da ele alınıyordu.
Türkiyeli yönetmen Fehmi Öztürk'ün 2020 yapımı ve başrollerinde Hatice Aslan ve Nesrin Cavadzade'nin yer aldığı "Bir Annenin Sonatı" filmi, kimi eleştirmenler tarafından bir "Black Mirror" bölümü gibi değerlendirilse de bana en çok Lanthimos'un filmlerini anımsatan yapımlardan.
Özel olarak Lanthimos'tan etkilenmese de Öztürk'ün filminin Yunan Yeni Dalga'nın izlerini taşıdığını söylemek yanlış olmayacaktır. Hatice Aslan'ın anne, Nesrin Cavadzade'nin kızı canlandırdığı filmin baskın teması anne-kız ilişkisi bağlamında ele alınsa da esas vurgu "yalnızlık" üzerine.
18 dakikalık bu kısa film, COVID-19 pandemisinin kısıtılmalarının gündelik alışkanlıklarımızı ters yüz ettiği ve bireyleri yalnızlaştırdığı bir dönemde çekildi. Filmin bu dönemde çekilmesi, pandemi kısıtlamalarına filmde de yer verilmesine neden olmuş. Şimdi, bulunduğumuz yerden bize distopik görünen ögeler –örneğin eve giren birinin ateşini ölçmek, koruyucu kıyafetlerle gezmek ve benzeri eylemler– filmde yer verilen detaylardan bazıları.
Anne-kız
Yönetmenin görünürde asıl odaklandığı tema ise anne-kız ilişkisi. Bir isimleri olmayan ve sadece anne-kız olarak izlediğimiz ikilinin ilişkisi, alışılagelmiş anne-kız ilişkisinin dışında. Ortada olmayan baba figüründen ötürü Nesrin Cavadzade'nin babayla kurduğu ilişkiyi bilmiyoruz; fakat anneye karşı geliştirdiği haset ve şükran ilişkisine film boyunca tanıklık ediyoruz. Ve yine aynı şekilde Cavadzade'nin yalnızlığına da. "Gerçekte bulunduğu yerde olmayan" bir annenin eksikliği nasıl doldurulabilir, Cavadzade'den bunun performansını izliyoruz.*
Filmin ilerleyen sahnelerinde, anne-kız ilişkisi giderek silikleşiyor ve tahakkümün kim tarafından ne zaman ve neye göre kurulduğunu algılamamız da gittikçe güçleşiyor. Bir anda annesinden hayli çekinen bir kız görürken, diğer karede neredeyse annesine şiddet uygulayacak birini görüyoruz.
MUBI Türkiye, filmi Ingmar Bergman'ın unutulmaz anne-kız hikayesi "Güz Sonatı"na benzetse de "Bir Annenin Sonatı", anneyi olabildiğince nesne kılması bakımından Bergman'ın filminden ayrılıyor. Kaldı ki o denli güçlü bir hikâye yerine daha çok psikanalizdeki anne yorumlarının güncel sinemaya uyarlanmış halini veriyor bize film. Ve bu çok yeni bir şey değil.
Haset ve Şükran
Ancak "Bir Annenin Sonatı" izleyicide asla boşa giden bir vakit hissi bırakmıyor. Hatice Aslan'ın kendine hayran bıraktıran oyunculuğuna Nesrin Cavadzade'nin "buz gibiliği" ve filme eşlik eden müzikler de ekleniyor.
Annenin türlü oyunbozanlıklarla nesneleştirildiğine tanıklık ettiğimiz filmde ana dertlerden biri anneye duyulan haset ve şükransa, bu iki mefhumu hayatımızı kolaylaştırmak için temellendiren ve Freud'dan sonra psikanaliz tarihinde en etkili olmuş kuramcıların başında gelen Melanie Klein'la bitirelim:
"Açgözlülük, bilinçdışı düzlemde, memeyi boşaltmaya, kurutuncaya kadar emip tüketmeye ve tümüyle yutmaya yönelir esas olarak; başka bir deyişle, amacı yıkıcı içe yansıtmadır. Oysa haset sadece böyle bir gaspla sınırlı kalmaz; aynı zamanda, anneye ve öncelikle memesine kötülük koymak, kötü dışkıları ve benliğin kötü parçalarını anneye ve memesine yerleştirmek ister. Bunun anlamı, annenin yaratıcılığının bozulması, tahrip edilmesidir."**
* Utanç Bitti, Anja Meulenbelt, Çevirmen: İlknur İgan, Ayrıntı Yayınları.
** Haset ve Şükran, Melanie Klein, Çevirmen: Orhan Koçak, Yavuz Erten, Metis Yayınları.
(TY)